Bugünün sıkışıklık yaratan NATO, AB ve
Irak politikalarında
Türkiye sabırlı ve yapıcı diplomasiyi devam ettirdiğinde ve AB yolunda evrilmeyi sürdürdükçe, yeni
açılım önerileriyle karşılaşabilir.
Türkiye'de
gündem o denli hızlı değişiyor ki, günlük sapmalar gerçek sorunlar zannediliyor. Bu durum, iç siyasette neredeyse bir siyasetsizliği
teşvik ederken
dış politikada da bir görmezlik durumu yaratıyor. Türk-
Amerikan ilişkilerinin
Bush-Erdoğan görüşmelerinden, Irak sorununun PKK'dan,
İran meselesinin nükleer silahlanma riskinden, AB ile ilişkilerin de TCK 301. maddesinden oluştuğu sanılır hale geliyor. Bu durum, dünya meselelerinin de Türkiye'de ele alındığı kadar olduğunun zannedilmesine yol açıyor. Oysa, küreselleşmiş dünyada sorunlar birbirleriyle bağlı ve yukarıdan bakılabildiğinde Türkiye'ye özgü sanılan çıkmazların birçok
ülke ve toplumda benzer ya da benzemez biçimlerde yaşandıklarının görülmesi olası. Bir yandan
Kosova'nın geleceğini tartışan ortamlar, aynı zamanda Pakistan'daki askerî darbeyi, Gürcistan'da "
iç savaş"ı ve Abhazya'nın
bağımsızlık ihtimalini ele alabiliyor. Benzer biçimde, ABD'nin Irak ve ona bağlı olarak İran politikasını değerlendirenler,
Fransa'nın yeni tutumunu bunun içinden ve hatta AB'nin geleceği tartışmaları çerçevesinden ele alabiliyor. Bu durumda da, Fransa Cumhurbaşkanı N.
Sarkozy'nin ABD'ye yaptığı resmî ziyaretin Fransa'dan fazlasını ifade eden bir anlamı olabileceği ortaya çıkıyor. Buradan hareketle bu ziyaretin esasen Türkiye'yi de yakından ilgilendirdiği söylenebilir.
Sarkozy'nin ABD
Kongre ve Senato'sunun ortak oturumunda yaptığı duygusal konuşmanın açık ve örtülü bir içeriği vardı. Açık içerik, Fransa'nın ciddi ve radikal biçimde bir dış politika değişikliğine gittiğini ortaya koyuyordu. Bu dış politika değişikliği çerçevesinde Fransa, ABD'nin düşmanı kimse bizim de düşmanımız odur, diyerek "öteki" konusundaki uzlaşılarını ortaya koydu. Anlaşılan o ki, Orta
doğu'dan "öteki" bulmak Fransa için de bir dış politika çizgisi kazanma anlamında kolay bir
araç olarak seçilmiş. Fransa, Irak'taki radikal grupları -ki Şii ve
direnişçi denen
Sünni gruplar olabilir-, Filistin'deki yine radikal grupları -belki Hamas'ı kastediyordur- ve İran'ın politikaları karşısında tavır almaya hazır olduğunu beyan etti. Bu tavrın askerî önlemleri de içerebileceğini belirterek, gerektiğinde Fransızların risk alabileceğini söyledi. Kısacası Fransa, eğer kabul ederlerse askerî olarak ABD'ye
destek verebileceğini ortaya koydu. Bu çerçevede NATO'nun askerî kanadına dönme arzusunu da hatırlatarak, bedeli neyse ödemeye hazır olduklarını ima etti. Sorun şu ki, ABD'nin bu konuda ne düşündüğü henüz ortaya çıkmadı.
Fransa'nın açıkça NATO askerî kanadına dönme ve ABD politikalarını destekleme kararı, geleneksel tutumundan radikal bir sapma gösterdiği anlamına geliyor. Bu durum Sarkozy söz konusu olduğunda şaşırtıcı bulunmayabilir ama, buna neden gerek duyulduğu sorulabilir. Bu sorunun yanıtlarının bir kısmı, Sarkozy'nin ABD'de yaptığı acıklı konuşmanın örtülü ifadelerinden çıkıyor gibi. Sarkozy, ABD'ye olan bağlılığının bir tarihsel şükran borcundan kaynaklandığını anlatırken, ABD'nin Fransa'yı düşmanlardan
kurtarmak için kendi çocuklarını feda ettiğini söyledi. Bu arada düşman dediğinin 50 yıldır entegrasyon ortağı olan
Almanya olduğunun bilincinde miydi bilinmez ama, daha çok ABD'nin insanlık adına yaptıklarını onaylama anlamı taşıyor gibiydi. Diğer bir ifadeyle Fransa, ABD politikalarını dünyayı istikrarlaştırma adına bir fedakârlık politikası olarak gördüğünü dile getirdi. Eğer Almanya'yı kastettiyse, o zaman da şimdiye kadar ABD yanında yer almalarına engel olan
oyuncu olarak Almanya'yı gösterme ihtiyacı duymuştur denebilir.
Söz konusu tutum ve ayaklarda alkışlanan ifadeler, esas olarak Fransa'nın yeni küresel güç arayışlarının ifadesi olarak özetlenebilir. Bu arayışın, Napolyon sendromuyla açıklanması mümkünse de, Fransa'nın kendisi ve AB ile ilgili sorunları bertaraf etme çabası olarak bir atağa kalkıştığını savunmak daha anlamlı. Bilindiği gibi AB, Doğu
Avrupa ülkelerini çok da hesaplamadan bünyesine kattıktan sonra bu genişlemenin getirdiği "derinleşme" sorunlarıyla karşı karşıya geldi. Bu sorunlar, bir yandan
ekonomik dev olan AB'nin söz konusu koşulları sürdürebilir olup olmadığı noktasında kendisini gösterdi. Her an işsizlik, açık ve
büyüme istikrarsızlıklarının risk baskısının yanı sıra teknolojik küresel
rekabet meseleleri ile enerji ve girdi güvenliği sorunları, yeni katılan ülkelere aktarılan fonlar ve daha niceleri AB'de ekonomiyi derinleşme konusunun ortasına yerleştirdi. Ayrıca, artan üye sayısı ve nüfus karar alma mekanizmalarının yapılarının adaleti ile katılımcılığa izin verir özelliklerini tartışmaya açtı. Sosyal, kültürel ve siyasal çokluklar da kendisini AB mekanizmalarındaki siyasal pazarlıkların keskinleşmesinde ifade eder oldu. Bu koşullar, AB'nin küresel davranışlarını daraltan sonuçlar doğurdu, dolayısıyla ekonomik güç olmak siyasal güç olmanın bizzat engeline dönüştü. Bazı Avrupa devletleri ki başında
İngiltere gelir, küresel konjonktürü daha yakından takip ederek, küresel faaliyetlerini sürdürmek için AB şemsiyesi dışına çıktılar. Bu çıkışlarında kendilerini karşılayan ise ABD oldu. Fransa ise dışa açılmanın ABD karşıtlığından olabilmesini denedi.
Lübnan,
Suriye,
İsrail,
Akdeniz ve hatta İran politikalarının genel çizgisini ABD'nin karşısında yer almak üzerine kurgulamış Fransa'nın bu denemesi, belki ABD'nin de gayretiyle başarılı olamadı, üstelik Fransa'nın sosyo-ekonomik sıkıntılarına da çözüm getirmedi. ABD'nin ekonomik ve sosyal elastikiyet kabiliyetine hayran olan ve Fransa'nın statik yapıdan ancak bu yöntemle kurtulacağını düşünen Sarkozy, ABD'nin de
ortaklık dendiğinde ancak stratejiden anladığını bildiğinden jeopolitik bir aşk ilan etti.
ABD'nin Fransa'nın duygularına karşılık verip vermediği bilinmese de, olumlu yaklaşımı varsa bunun bedelsiz bırakılmayacağı açık. Diğer bir ifadeyle Fransa birçok konuda tavır değiştirmek durumunda kalabilir. Politika değiştirmek zorunda kalacağı alanların neredeyse bütününün Türkiye bakımından önem taşıdığı söylenebilir. Hemen değilse de, bir süre sonra Fransa, Kosova bağımsızlığı konusunda
Rusya vetosunu kırma faaliyetlerini hızlandırma çabasına girebilir. Bu durumda Rusya'nın Kosova-
Kıbrıs bağıntısı kırılmaya yüz tutabilir. Kosova'dan kırılamayan hattın Kıbrıs'tan iptal edilmesi yolu da aranabilir. Akdeniz'in Transatlantik gölü olması arzusunun kaptanı Fransa oluverir. Bu durumda Kıbrıs'ın NATO üyeliği pek arzu edilir ve konu doğrudan Türkiye'yi kapsar. Türkiye'nin ikna edilmesinin yolu ise, AB üyeliğinin açık
hedef haline getirilmesinden geçebilir. Öte yandan Irak'ta ABD'ye askerî destek verme hevesi devam ederse de Fransa'nın Türkiye ile farklı düzeyde bir ikna süreci yaşaması gerekir. Üstelik bu aşamada yol ve yordamı ABD'nin düzenlemesi de mümkün olabilir. Tahmini vaka sayısını artırmak mümkün. Kısaca denebilir ki, Fransa'nın yeni tutumu Sarkozy açısından risk ama Türkiye için bir şans ifade ediyor. Tarihte,
Osmanlı-Fransa ilişkilerinde tam da bugüne benzer bir "birbirini kurtarma" stratejisi izlenmişti. Bugünün sıkışıklık yaratan NATO, AB ve Irak politikalarında Türkiye sabırlı ve yapıcı diplomasi devam ettirdiğinde ve AB yolunda evrilmeyi sürdürdükçe, yeni açılım önerileriyle karşılaşabilir. Kim bilir belki de en Türkiye karşıtı Sarkozy, Türkiye'yi AB'ye taşıyan ya da taşımak zorunda kalan oyuncu olabilir. Olaylara biraz geniş ve dışarıdan bakmak, ihtimalleri görmeyi sağlayabilir.
PROF. DR. BERİL DEDEOĞLU- GALATASARAY ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ