Bu noktada
Başbakan Erdoğan'ın
terörle mücadelenin bundan sonra çok daha farklı bir şekilde devam edeceğini ifade etmesi ve ardından
Başbakan Yardımcısı ve
Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek'in
Bakanlar Kurulu toplantısının ardından "Sözün bittiği bir konuyu konuşuyoruz" açıklaması, açıkçası bundan sonra çok daha farklı bir sürece işaret ediyor. Bu bağlamda atılacak adımlar, açıkçası
Türkiye'nin hem iç hem de dış
politikası açısından bir dönüm noktası oluşturacağa benziyor. Bugünkü yazımızın temel sorularını oluşturan "Türkiye terörle '
terbiye' mi edilmek isteniyor ve
Gabar Dağı gerçekten sözün bittiği yer olacak mı?" soruları da, bu yeni süreci sağlıklı bir şekilde
analiz edebilmemiz açısından önemli. Bu sorulara verilecek
cevap, Türkiye'nin hem iç hem de
dış politika bağlamında geleceği aşamayı göstermesi açısından oldukça kritik. Dolayısıyla, bu sorulara hemen cevap verebilmek, sanılanın aksine hiç de kolay değil! İç ve dış politika bağlamında yaşanan gelişmeler, açıkçası Türkiye'yi oldukça hassas bir dönemde yakalamış durumda. Zaten soruların cevabı da burada yatıyor.
İç politika bağlamında yakalandığımız ve neredeyse son 200 yıldır bir türlü kurtulamadığımız "
iktidar mücadelesi" hastalığı, Türkiye'yi kaçınılmaz olarak her türlü iç ve dış müdahaleye karşı hazırlıksız ve zayıf düşürmeye devam ediyor. Türkiye, güvenlik bağlamında yaşadığı iç ve dış tehditler yüzünden, bir türlü coğrafyasında aktif bir dış politika izleyemiyor. İstikrar ve birlik ortamı tam yakalandı dendiği anda ise, ortalık yine toz dumana karışıyor, karıştırılıyor. Bu noktada, 22 Temmuz
seçimleri sonrası
ülkede iç istikrarı sağlama noktasında cumhurbaşkanlığı seçim sürecini de sorunsuz atlatan Türkiye'nin bir anda kendisini terör gündemine teslim etmesi, aslında hiç de şaşırtıcı değil! Bu son saldırıların nedenlerini,
hedeflerini iç ve dış politika bağlamında irdelediğimizde, karşımıza tam bağımsız ve milli bir politika
izleme azim ve kararlılığı içinde olan, bunu ülkesindeki ve coğrafyasındaki halklarla birlikte gerçekleştirmek isteyen, küresel güç adayı Türkiye'nin önünü kesmeye dönük son hamleler olarak görüyoruz. Bu kapsamda terör, emperyalizmin "son umudu" olarak karşımıza çıkıyor ve Türkiye, terör üzerinden "terbiye edilmeye", cezalandırılmaya çalışılıyor...
Amaç: "Kürt sorunu"nu devam ettirmek
22 Temmuz seçimleri, her şeyden öte Türkiye'nin "
Kürt sorunu"nu çözme noktasında yeni bir süreç olarak karşımıza çıktı. Gerek
Meclis çatısı altında yaşanan birtakım olumlu gelişmeler, gerekse de ülke çapında oluşan hava, Türkiye'nin bu sorunu çok daha farklı bir noktada çözebileceğinin bir göstergesi olarak gündemdeki yerini almış durumda. Bu bağlamda siyasi partilerden askere, aydınlara ve medyaya kadar uzanan geniş bir yelpazede ortaya konulan duruş, bu kararlılığı ve
yeni dönemi resmetmesi açısından oldukça dikkat
çekici olmuştur. Türkiye'nin sadece kendi içindeki değil, hemen yanı başındaki
Irak Kürtleri dahil olmak üzere, tüm
bölge Kürtlerine yönelik yeni hamlesi ve bu kapsamda, iç ve dış politika bağlamında ortaya koyduğu, tarihsel, coğrafi birikim ve deneyimlerine dayalı bu "Yeni Kürt Siyaseti", bölge ve Türkiye üzerinde birtakım senaryoları uygulamaya koymuş olan güçleri hiç kuşkusuz oldukça rahatsız etmişe benziyor. Özellikle de, Türkiye'nin son dönemde "Yeni Irak Politikası" bağlamında, Irak Kürtleri ile ilgili çok daha farklı bir sürecin önünü açması, açıkçası Türkiye'den beklenmeyen bir girişim olarak algılandı. Nitekim, "Kürt sorunu" üzerinden oynanan oyunu bozmaya dönük bu hamlelere, Kürt vatandaşlarımızın da verdiği
destekle hız kazanmaya ve "sorun" mecra değiştirmeye başlayınca, bu sorundan medet uman güçler ve piyonları
sivil-asker ayrımı yapmaksızın tüm güçleriyle, Türkiye'ye karşı topyekun yeni bir saldırıyı başlattılar. Bu bağlamda
PKK terör örgütünün, tekrardan ilk dönemindeki yöntemlerine başvurması, bunun açık bir göstergesi olarak karşımıza çıkıyor.
Bu yeni dönemi, daha önceki dönemlerden ayıran en önemli özellik ise, PKK terör örgütünün artık Türkiye ile hesaplaşma içinde olan güçlerin bir örgütü haline geldiğinin açıklık kazanmasıdır. Bu bağlamda terör örgütünün yeni
eylem sürecinde kullandığı sofistike silahlar, eylemlerindeki profesyonellik ve sahip oldukları istihbarat, dikkatleri bölge üzerinde
terör örgütleri üzerinden istihbarat örgütleri arasındaki savaşa çekiyor. Dolayısıyla, Türkiye'nin PKK terör örgütü ile mücadelesinde farklı bir süreci başlatması, bir anlamda kaçınılmaz hale geliyor. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus, Türkiye'nin PKK terör örgütü ile mücadele ederken, sorunu bir Türk-Kürt sorunu haline getirmeye çalışan ve ülkede bir etnik çatışmayı hedef alan oyuna, senaryonun bir parçası haline gelinmemesi olacaktır. Bu noktada, Türkiye'nin daha etkili bir
psikolojik savaş yürütmesi ve bunu kendi içindeki Kürt vatandaşlarını kazanmak kadar, sınırlarının dışındaki Kürt kardeşlerini de kazanmaya kadar geniş bir yelpazede yürütmesi gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, Türkiye'nin "Derbent Ruhu"nu tekrar hayata geçirmesi artık bir zaruret haline gelmiştir! Son saldırıların esas ve öncelikli nedenlerini, Türkiye'nin son yıllarda izlediği dış politikada aramak hiç de abartı olmayacaktır. Bu bağlamda, özellikle Türk-
Amerikan ilişkilerinde yaşanan gerginlikler ve çıkar çatışmaları ve bu listeye
İsrail ve birtakım AB üyelerinin de dahil olması, Türkiye'yi terör bağlamında bugünlere taşımış durumda. Türkiye'nin mevcut duruşunu koruması ve kendi
yol haritası çerçevesinde bir dış politika izlemesi, özellikle Washington'u rahatsız ediyor. Dolayısıyla, Türkiye'nin özellikle 11
Eylül sonrası dönemde dış politikada ortaya koyduğu performansın iyice değerlendirilmesi, aynı zamanda bugün karşı karşıya kaldığı sorunun asli nedenlerini ortaya koyması açısından da önemli olacaktır.
"Stratejik Derinlik Projesi" ve terörle verilen cevap...
Soğuk
Savaş'ın sona ermesiyle birlikte, ABD'nin özellikle
11 Eylül sonrası uygulamaya koyduğu tek kutuplu dünya inşası sürecinde bu şantiyenin tam ortasında yer alan Türkiye, dış politikasında geleneksel "denge arayışları"nda yeni bir sürece girmiş görünüyor. Dış politikasında, başta ABD olmak üzere, Batı dünyası ile yaşadığı hayal kırıklıkları ve Irak merkezli tehdit algılamasından kaynaklanan güvenlik endişeleri ve güven sorunu, Türkiye'yi yeni tehditler ve fırsatlar bağlamında, tarihî ve coğrafi stratejik derinliklerinde farklı bir arayışa itmiş durumda. Dolayısıyla,
Soğuk Savaş sonrası dönemde yeni bir "stratejik çevre" ve yeni bir "psikoloji" ile karşı karşıya kalan Türkiye, gelinen aşamada, stratejik avantajını dış politikasında ön plana çıkarmanın daha da ötesinde, bunu stratejik bir üstünlük ve gelecek açısından değerlendirme yönünde yeni bir dönemin içinde. Kuşkusuz bu yeni dönem, Türkiye'ye sahip olduğu stratejik ve konjonktürel avantajlarını çok yönlü diplomasisiyle "çeşitlendirme" ve "kuvvetlendirme"ye zorluyor. Bu sürecin Türkiye'yi sınırlı bölgesel bir liderliğin ötesinde, Türk-
İslam coğrafyasının liderliğini üstlenme noktasında kritik bir konuma zorladığı da dikkatlerden kaçmıyor. Böylesi bir hassas süreçte Türkiye'nin milli iç dinamikleri ve bölgesel dinamikler ile birlikte ortaya koyacağı performans ise oldukça büyük bir önem taşıyor. Bu sürecin, Türk-İslam dünyasını küresel güç mücadelesinde çok daha farklı noktalara götürme potansiyeli taşıdığı ise şüphe götürmüyor. Dolayısıyla Türkiye, bugün önemli bir geçiş sürecinde. Bu geçiş döneminde sahip olduğu coğrafya, dün olduğu gibi bugün de uluslararası politikada Türkiye'ye ayrıcalıklı bir konum sunmakta, diğer taraftan da bölgede hakimiyet mücadelesi veren güçler açısından bir mücadele alanı, cephe ülkesi olmaya zorlanmaktadır. Türkiye, mevcut coğrafyasıyla hem bu güçlerin hem de verdikleri mücadelelerin
kavşak noktasını oluşturmaktadır. 1990 sonrasının yeni dünya dengeleri, Türkiye'nin, dış politika ile ilgili yeni değerlendirmeler ve stratejik tercihler yapmasını zorunlu kılmaktadır.
Bu çerçevede, 11 Eylül ile birlikte dünya gündeminde ağırlığını hissettiren Türk-İslam dünyası, Türk dış politikası açısından ön plana çıkıyor. Gerek bölge üzerindeki güç mücadelesinde Türkiye'nin artan önemi ve gerekse de bölge ülkelerinin mevcut sorunlarının çözümünde Türkiye'nin oynayabileceği rol, Türkiye'yi özellikle ABD açısından bu bölgedeki "Yeni
Oyun"da
kilit bir pozisyona sokmuş durumda. Bu bağlamda, ABD'nin gerek Irak ve gerekse
Afganistan bağlamında sembolleşen yeni projesinin geleceği açısından da Türkiye'nin takınacağı tavır ve destek boyutu, ABD açısından hayati bir önem taşıyor. Diğer taraftan, ABD'nin Büyük
Ortadoğu Projesi'ne karşılık olarak, Türkiye'nin "Stratejik Derinlik Projesi"ni ön plana çıkarması ve bu noktada attığı adımlar, ABD yönetimini Türkiye karşısında, diplomatik yöntemin dışında, çok daha farklı araçları da kullanmaya itmiş gözüküyor. Bu noktada, ABD Kongresi'nin "şimdilik" kaydıyla PKK terör örgütünü kınamayı gündeminden çıkarması ve
terör saldırılarının ardından yeniden gündeme gelen Irak'ın kuzeyine sınırötesi
operasyon konusunda
Ankara Büyükelçisi Ross Wilson'un ortaya koyduğu "tehditkâr" tavır, önümüzdeki süreçte Türk-Amerikan ilişkilerinde oldukça önemli gelişmelerin yaşanacağının birer habercisi gibi. Nitekim, Türkiye'nin ABD'ye rağmen dış politikada attığı adımlar, bu sürecin beraberinde önemli bir kırılmayı getireceğini ve oldukça zorlu geçeceğini bizlere gösteriyor.
Peki, son dönemde ABD'yi gerek
Ermeni kartıyla ve gerekse de PKK terör örgütüyle Türkiye üzerinde bir baskıya, "ikna"ya zorlayan sürecin ardında hangi nedenler yatıyor? Kuşkusuz, bu soruya verilecek cevabın en başında Türkiye-
İran ilişkileri geliyor. İki ülkenin, beklentilerin aksine çok farklı ve derin bir
işbirliği sürecini başlatması, bu bağlamda ilişkileri somutlaştıran ve aradaki güven sorununu aşma noktasında enerji bazlı anlaşmalara
imza atması, İran'a dönük herhangi bir operasyon ve saldırı yönünde ABD'nin beklentilerine Türkiye'nin cevap vermemesi, hatta böylesi bir operasyona/saldırıya karşı çıkması, Türk-Amerikan ilişkilerinde adı konulmayan bir krize yol açmış durumda. ABD'ye rağmen Türkiye'nin bu tavrı, açıkçası Washington'u oldukça kızdırmış durumda. Biz bu kızgınlığı gerek ABD'li heyetlerin Ankara ziyaretlerinde ve gerekse Başbakan Erdoğan'ın ABD ziyaretinde net bir şekilde gördük. Yine, ABD'ye rağmen Türkiye'nin bölge ülkelerine yönelik başlattığı diplomatik atak ve
Suriye ile yaşanan son krizden iki ülkenin daha güçlü ve kararlı bir şekilde çıkması, oyunu bozmaları, ABD ve İsrail yönetimlerini kızdırmışa benziyor. Bu noktada, İsrail'in Türkiye ile ilişkilerinde yaşadığı sıkıntıların had safhaya varması ve sözde soykırımla ilgili olarak
Yahudi lobisi kartının da pek bir şey ifade etmemesi, açıkçası İsrail'in bir acziyeti olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye'nin Irak bağlamında ABD'ye "
evet" dememesi ve olası bir Kürt devletinin kurulmasına karşı bölgesel duruş da, Türkiye'yi ABD açısından oldukça kritik bir noktaya taşımış durumda.
YARD. DOÇ. DR. MEHMET SEYFETTİN EROL - GAZİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ