Kıvanç meydan okudu: Hepiniz gelin!
Tek tek değil, topluca gelin
Bir tek arayan o olmuştu; istediği, köşe komşuma mesajını iletmemdi: “Ne yani” diyordu, “Seçimde sandıktan çıkan sonucu öngöremediğim için kalemi elimden atmam mı gerekiyor…” Tartışmalarda dozu artırmak
kalp kırma ihtimali yüzünden tehlikelidir; serzenişte bulunduğu yazar dostum, “
Yazarken Şakir Süter'in ismi aklımdan bile geçmedi” dedi zaten...
Şakir Süter'i dün kaybettik. Yıllarını Tercüman'da geçirmiş titiz ve çelebi bir meslektaşımızdı; en son Akşam gazetesinde siyasi tahliller yazıyordu.
İzmir/Bergamalı bir ailedendi; hep sağ
siyasete yakın bilindi ve hep sağ siyaset üzerine anlamlı tahliller yazdı.
Pek çok kez yurtiçi, yurtdışı gezilerde birlikte olmuş, panellerde konuşmuştuk.
Televizyon programlarında buluştuğumuz da olmuştu. Bir keresinde evinde geçirdiği
küçük bir
kaza yüzünden bayağı bir süre
hastanede kalması gerekti. En son konuştuğumuzda sesi hayli buğulu gelmişti kulağıma; kuşkumu paylaştığım müşterek bir dost, “Ağır hasta” bilgisini iletmişti. Şakir'in
erken kaybına içim yanıyor.
Allah rahmet eylesin. Dostlarla da yollarımız ayrılıyor bir bir...
* * *
Hayatlarında bir gün bile 'demokrat' olmamış birileri şu sıralarda
öfke oklarını üzerime yollayıp duruyorlar. Böyle ortamları iyi bilirim. Rüzgârın ne yönden estiğini anlamak için ıslatılan
parmak havaya kaldırılır ya, bugünküne benzer ortamlarda ıslatılan parmak gibiyimdir ben. Bir tür barometre. Bana saldırı başladı mı, bilin ki, arkası gelecektir.
Şu ben miyim sözgelimi: “Sonra bir gün.. / Güç onların yanına geçti.. Seçmen çoğunluğu.. O gün
masadan kalktılar.. / Kalkmakla da kalmadılar.. / Kendi gibi düşünmeyenlere 'kes sesini' demeye başladılar.. / Hem de eski masa
arkadaşlarına.. / Uzatma, buraya kadar dediler.. Diyorlar.. / Hele hele onların patronlarını eleştirmeye kalktın mı yersin zılgıtı.. /
Hani demokrattılar!. / Pazara kadarmış..”
Peki şu satırlar bana saldıran kişiye uyuyor mu? “Aslında biz o masaya inanmıştık.. Yan yana, diz dize oturuyorduk.. Konuşuyorduk, tartışıyorduk, bağrışıyorduk.. Ama oturuyorduk.. / Daha açık söyleyeyim mi? / Onların konuşma hakkını biz savunuyorduk.. Böyle olması gerektiğini biliyorduk.. Tek sesli,
tek tip kafalı
ülke olur mu? / Olur tabii.. / Ama o ülkenin rejimine
demokrasi denir mi?”
İpucu vermediğim için bu satırları kimin yazdığını sizler bilmiyorsunuz; ama bir şeyden emin olabilirsiniz: Kendisini ben de tanımıyorum. Bir günden bir güne yan yana düşmedik, aynı masayı hiç paylaşmadık, demokrasi konusunda iki çift lâf da çevirmiş değiliz.
“Böyle biri tanışmadığı bir başkası hakkında nasıl fikir sahibi oluyor?” diyeceğe cevabı kendisi veriyor: “Yeni
Şafak Gazetesi yazarı Ayşe Böhürler onlara ne diyor? / Dinciler! / Ne güzel tanımlama.. /
Müslüman değil, dinciler.. / Kendisi gibi düşünmeyene en acımasız sözcüklerle
hakaret etmeyi biat kültürünün gereği sayanlar..”
Görüyorsunuz, çatmak için bahane olarak kullandığı malzemeyi bile
Yeni Şafak'tan buluyor demokratlığı kendinden menkul bu arkadaş. Değmeyeceği için, geçmişte yazdığı yazılardan tahammülsüzlüğünü sergileme ihtiyacı duymuyorum. Ancak ondan “En acımasız sözcüklerle hakaret ettiğim” yazımı bildirmesini rica edeceğim. Zahmete katlanması gerekmiyor, çünkü bana saldırmaya kalkışmasının sebebi olarak gösterdiği yazılarım son bir ay içerisinde çıktı.
Seçim sonrasında yazdığım yazılardan, herhangi bir yazımdan, şu satırlarını hak edecek bir paragraf göstersin de konuşalım: “Aynı masada oturduğumuzu sanıyordum.. Aynı masayı paylaştığımızı.. / Meğerse oturuyor gibi yapıyorlarmış.. / Oturuyormuş gibi.. / Onlar İslamcıydı.. Ama bulundukları mahalleyi sorgulayan kişilerdi.. Biz yıllarca onları öyle tanıdık.. / Meğerse değillermiş.. / Mahallenin sorgucularıymış! / Hiç
renk vermediler.. / 46,6 gerçek yüzlerini gösterdi.. / Masadan ilk önce onlar kalktı..”
Masadan ne zaman kalkmışız, aynı sofrayı paylaştığımız kimleri terk etmişiz,
seçim sonrası kimlerle yolumuzu ayırmışız?
Daha önemlisi şu: Biz o sözünü ettiği masalarda otururken bu zat neredeymiş?
Saldırı bana, ama aslında bundan sonra başlayacak daha kapsamlı ve büyük bir taarruzun girizgâhı olduğu kesin... 'Psikolojik savaş' mekteplerinde öğretilen bir taktiktir bu; önce taşıyıcı kolonlara hücum edersin, onları yok ettiğinde kâide yerinde duramaz zaten... Kendinde var olmayan bir hasleti varmış gibi gösterip başkalarını '
ihanet' ile suçlamak da daha başka bir '
psikolojik savaş' taktiğidir.
Bu konularda çok kaşarlıyımdır; onlar tâlime yeni başlamışken, ağababalarının taktiklerini boşa çıkartıyordum ben.
Tek tek değil, topluca gelsinler.
TAHA KIVANÇ/Yeni Şafak