Şimdi de gelelim
Türk sinemasında yaklaşık bir on yıl kadar “kartpostal çocuğu”, (elinde telsiziyle arada bir Nuri Alço'yu patakladığı Erler
Film polisiyelerini saymazsak) 1980'lerin başlarından itibaren de “sosyal içerikli sol senaryoların vazgeçilmez jönü” misyonunu üstlenen
Tarık Akan'ın geçen Pazartesi günü ÇASOD'un (Çağdaş
Sinema Oyuncuları Derneği) geleneksel
ödül töreninde söylediği sözlere...
Dönemdaşı
Kadir İnanır ile birlikte “Türk Sineması Emek Ödülü”ne lâyık görülen Akan (ki bu ödüller her ikisine de analarının ak sütü kadar helâldir),
İstanbul-Mövenpick Oteli'nde düzenlenen törende sahneye çıkar çıkmaz, içeriğinde sinema sanatının geleceği ve Türk sinemasının içinde bulunduğu
ekonomik sıkıntılara ilişkin en
küçük bir ayrıntının bile bulunmadığı, baştan sona dek
öfke ve nefret dolu bir konuşma yaptı. Her cümlesi solun geleneksel politik ezberleriyle bezenmiş bu konuşmanın bizim açımızdan en can alıcı bölümü ise önünde hazır bir kürsü ve
mikrofon bulmuşken “dincilere geçirme fırsatı”nı kaçırmadığı şu ibretlik cümleleriydi:
“Bugüne kadar Kadir arkadaşımla ben, dincilere ve faşistlere karşı, ülkenin adam gibi idare edilmesi için mücadelemizi verdik. Ama artık ikimiz de yaşlandık. Gelin hep beraber dinci, şeriatçı basına ve televizyonlara hayır diyelim ve onlar için, onlarla, onlar adına kesinlikle çalışmayalım.”
Akan'ın “Kadir arkadaşım” diye andığı deneyimli
sanatçı Kadir İnanır ise böyle
ucuz bir “dolduruş”a gelmeyerek, Türk toplumu nazarındaki geleneksel imajına yaraşır bir biçimde, yine sektörün maddî-manevî sorunlarından ve sinema
emekçilerinin çalışma şartlarından dem vuran “babacan” bir konuşma yapmayı yeğledi. İnanır, “içi muhatabına göre entelektüel açıdan çok daha dolu” konuşmasını şu cümlelerle noktalıyordu:
“Tek başına tavır koymak doğru değil. Demokrasi, örgütlü toplumlardan geçer. Birbirimizle uğraşmaktan vazgeçelim ve sinema emekçileri olarak geleceğimizi düşünelim.”
Yeşilçam'ın son 40 yıllık tarihini incelemiş olanlar iyi bilir; Tarık Akan, henüz saçlarına ak düşmediği yıllarda aynı “Kadir arkadaşı”na Yeşilçam'da en az bir 15-20 yıl boyunca
selam dahi vermemiş; bırakın selamı, onun adının anıldığı mekânları öfkeyle terk etmiş bir adamdır. Ancak, konumuz -en azından bu yazı kapsamında- 1970 ve 80'lere damgasını vurmuş olan o dillere destan “Akan-İnanır düşmanlığı” değil. Bunu da nostalji merkezli başka bir yazıda ele alırız inşaallah...
An itibarıyla asıl dikkatinizi çekmek istediğim husus, ateist kimliği sektördeki herkesçe yakından bilinen Akan'ın en alâkasız bir ödül törenini dahi fırsat bilerek kustuğu bu “
dindar kesim” nefreti...
Kendisinin “faşistler” şeklinde andığı çevrenin kimler olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Son yıllarda çektikleri dizi filmlerde her kesimden oyuncuyla uygarca
işbirliği yapan
Kanal 7, Samanyolu, (artık hayatta olmasa da) TGRT gibi kanalları ve bu kuruluşlarla bağlantılı sinema filmi şirketlerini kastediyor
doğal olarak...
Ve sektörün içinde bulunduğu kaygı verici darboğaza, iş imkânlarının her geçen gün daralmasına karşın, hiç utanmadan sıkılmadan sinema emekçilerine böylesine ilkel bir
çağrı yapabiliyor:
“Şeriatçı medya için hiç bir projede görev almayalım.”
Nasıl yani? Meselâ “şeriatçı medya”nın çekeceği bir “
Çanakkale Savaşı draması”nda da mı? Ya da bir “
Kurtuluş Savaşı destanı”nda da mı? Ya da işsizliğin, alkolizmin, fuhuşun ya da uyuşturucunun un ufak ettiği bir aileyi anlatan yararlı mesajlarla dolu bir dizide de mi? Ya da -İsmail Güneş'in “Sözün Bittiği Yer”inde olduğu gibi- din eksenli bir konuya sahip bulunmayan sosyal içerikli bir sinema filminde de mi?
Tarık Akan, bu “ham” konuşmasıyla, yalnızca kendisinin değil, jakobenizmi İttihat ve Terakki günlerinden bu yana kendisine değişmez
yol haritası yapmış olan “Türk solu”nun iflah olmaz karakterini, kendi
halkına yönelik nefret dolu bakışını da bir kez daha deşifre etmiştir. Hiç kuşkusuz ki “inanmış bir ateist” olarak yapması gereken de, ona yakışan söylem de aynen budur.
Bir sinema ödül gecesinde yaşanan bu utanç verici öfke patlaması üzerine öyle çok fazla şey söylemeyeceğim. Yazının başına dönüp bir “
Müslüman”
Yücel Çakmaklı'nın kendisini yıllar sonraki yâdediş biçimine bakınız; bir de onun -ateist bir sanatçı olarak- bütün kariyerini borçlu olduğu Müslüman Türk halkına ve Çakmaklı gibi kıdemli sinemacıları yâdediş biçimine...
Sözünü ettiği bütün o kurumları bu “Müslüman” halk kurmuştur ve anılan kurumlar da bu devlete her yıl yüz milyonlarca lira tutarında
vergi ödemekte, binlerce kişiye -yanısıra sinema sektörüne- çok ciddi düzeyde istihdam imkânı yaratmaktadır. Aynı şekilde, yine o kurumların personeli sıraları geldiğinde en önde gidip ülkenin dört bir köşesinde vatanî görevlerini büyük bir gururla ifâ etmektedirler.
Yani, burada “nesebi gayrı sahih”, daha da Türkçesi “piç” bir topluluktan söz etmiyoruz.
Sürekli söylüyorum; bu dünyadaki son nefesimi verene kadar da aynı şeyi yazıp söylemeye devam edeceğim:
Yeryüzündeki sol hareketlerin arasında kendi öz kültürüne en fazla
yabancılaşmış versiyonlardan biri olarak, ne bir eksik ne bir fazla; Türk solu işte tam olarak budur. Ve kendisini yenilemediği, varlığına “millî” bir nitelik kazandırmadığı sürece de halkının karşısında ona bütünüyle yabancı, ondan zerrece iltifat görmeyen bir “hilkat garibesi” olarak kalmaya devam edecektir. Böylesine “bitik” bir sol anlayışın Türkiye'yi yönetme noktasındaki tek umudu ise 27
Mayıs benzeri kanlı bir
darbe ile ordu tarafından tepsi içinde iktidara getirilmektir. Böylelikle, -en azından ilk serbest seçimlerde şutlanıncaya kadar- ülkeyi yağmalamak mümkün olacaktır.
Tarık Akan'ın yukarıdaki sözlerinin, yönetimi ele geçirdiğinde,
gözlük kullanan ve avuçlarında nasır bulunmayan bütün eğitimli insanları “emperyalizmin gereksiz bilgilerle donattığı vatan hainleri” olarak niteleyip toplama kamplarına gönderen Kamboçyalı manyak
diktatör Pol Pot'un Maocu Marksizminden
teknik olarak hiç bir farkı yoktur.
Tarık Akan, ya da asıl adıyla Tarık Tahsin Üregül...
Türk sinemasına 37 boyunca emek vermiş ve halen de vermekte olan değerli ağabeyim...
Bu bir düşmanının değil, “dindar” bir hayranının
eleştiri yazısıdır.
1971 yılından bu yana sinema sektörünün içindesin. Tamı tamına 59 yaşındasın ve -dindarlığını ezelden beri hiç beğenmediğin- bu halkın teveccühüyle, günümüzde artık Türk sinema tarihinin yaşayan efsanelerinden birine dönüşmüş durumdasın. Sokağa çıktığında 7 yaşındaki çocuklar da seni tanıyor, 70 yaşındaki tesettürlü nineler de, sakallı hacı amcalar da...
Dinli-dinsiz, Müslüman ya da gayrımüslim, bu ülkede yaşayan bütün insanların yüzlerini, vaktiyle rol aldığın o duygusal “Arzu Film” öykülerinin ekranlara her gelişinde ortak bir tebessüm kaplıyor.
Sen yine yaşadığın sürece bildiğin gibi düşün, doğru bildiğin değerlere inanmayı sonuna dek sürdür. Topluma yeni yeni Marksistler kazandırmaya çabaladığın o vakfın da senin olsun, dünya görüşün doğrultusunda kurduğun okulun da...
Ancak önüne bir kürsü konulduğunda artık birazcık özenli konuş da en azından bizlerin, yani seni bugünlere getiren sadık izleyicilerinin hatıralarına daha fazla saygısızlık etmemiş ol.
Bırak da biz muhafazakârlar seni, senin bizlere yönelik bütün o kör nefretine rağmen “Hababam Sınıfı”nın “Damat Ferit'i olarak daima sevgiyle, saygıyla ve özlemle analım.
Kendi efsaneni kendi ellerinle yerle bir etme ağabeyciğim...
Emin ol, Türk halkı babasının cenazesi sırasında onun cenaze namazını kılmayıp bir kenarda kazık gibi dikilen adamları hiç mi hiç sevmez.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
Ali Murat
Güven/Yeni
Şafak