'Tarih kaybedenleri yazacak'

Zaman Gazetesi Yazarı Ahmet Kurucan, bugünkü köşe yazısında 'Tarih kaybedenleri yazacak' dedi, ve o safta yer alacak olanları yazdı

'Tarih kaybedenleri yazacak'

Yazısında, "Cemaat’i bırakın devletin iflasını netice veren, hükümet eliyle devlete darbenin yapıldığı ülkemizin bugünü-yarınını alakadar böylesi çaplı bir mevzu karşısında gerçekten neden susarlar acaba? İkbal beklentisi mi? Korku ve güç karşısında eğilme mi? Bekle gör mantığı ile hareket edip seçim sonuçlarına göre kazanan tarafta yer alma düşüncesi mi? Eğer böyleyse dinî değerler, şahsiyet, karakter, kimlik, ilke ve prensip nerede demeden kendini alamıyor insan?" diyen Zaman Yazarı Ahmet Kurucan,  Hocaefendi’yi bu süreçte en çok rahatsız eden hususu yazdı.


Er veya geç bugünler bitecek ve tarih bugünleri değerlendirirken kazananlar ile kaybedenler diye iki ayrı sayfa açacak. Ben kaybedenler safında yer alacak olan bir grubu nazara vereceğim; iyi gün dostları.

İsim vermeyeceğim; sadece sıfatlar üzerinden anlatmaya çalışacağım. Hocaefendi ve Cemaat’e karşı hükümet eliyle yürütülen itibarsızlaştırma, karalama, bitirme, yok etme, Arapça tabirle söyleyeyim tenkil yani köklerini kazıma operasyonunda “vur abalıya” mantığı ile hareket edenler kaybedenler sayfasında yer alacak.

Daha açık ifade edeyim; kim bunlar? Hocaefendi ile beş dakika görüşmek için sıraya girenler; Yazarlar Vakfı başta mahallî hizmet kurumlarının yurtiçi ve dışı gezilerinin müdavimleri olanlar; gazete röportajları, TV programlarında Hocaefendi ve Hizmet’e methiyeler düzenler, bununla yetinmeyip destanlar kesenler. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik, dinî hayatın değişik alanlarında ve değişik kademelerinde yerlerini alan bu insanların haksızlıkların zulüm boyutunu aştığı, 50 yıldan beri Türk insanına sivil hizmet götüren bir cemaate, dünyanın 160 ülkesinde ülkemizin kültür elçiliğimizi gerçekleştiren bir sivil toplum kuruluşuna yapılan linç operasyonu esnasında kendilerini inkar eden konuşmalar yapmalarının, tavırlar takınmalarının bana hatırlattığı tek kavram bu: “iyi gün dostu”.

Herkes mi? Hayır; herkes böyle değil ve asıl insanı inciten ve üzen yer de burası. Tavsifini yapmaya çalıştığım tavrı alan “kandırıldım, yanılmışım” diye sırtını dönenlerin yanı sıra bir ikinci sınıf daha var; susanlar. Cemil Meriç’in “Zulmün olduğu yerde tarafsızlık namussuzluktur” vecizesi aklıma geldi her nedense şimdi. Niye susarlar bunlar? Her sahada gürül gürül konuşan bu insanlar Cemaat’i bırakın devletin iflasını netice veren, hükümet eliyle devlete darbenin yapıldığı ülkemizin bugünü-yarınını alakadar böylesi çaplı bir mevzu karşısında gerçekten neden susarlar acaba? İkbal beklentisi mi? Korku ve güç karşısında eğilme mi? Bekle gör mantığı ile hareket edip seçim sonuçlarına göre kazanan tarafta yer alma düşüncesi mi? Eğer böyleyse dinî değerler, şahsiyet, karakter, kimlik, ilke ve prensip nerede demeden kendini alamıyor insan?

Benim Hocaefendi gözlemlerim, satır ve satır aralarına sıkıştırılan cümlelerden anladığım şu ki; Hocaefendi’yi bu süreçte en çok rahatsız eden işte bu türlü dostların suskunluğudur. Geçen gün gurbet içre gurbet yaşıyorum derken bunu kastediyordu bana göre. Sözün siyak ve sibakının uzandığı yer burasıydı. “Ben 60 ve 80 ihtilalini, 71 muhtırasını, 28 Şubat postmodern darbesini, 99 Haziran fırtınasını gördüm ve yaşadım. Hiçbir dönemde bu kadar hakaret işitmedim.” Nitekim ömrü boyunca Hocaefendi ve Hizmet aleyhinde yazılar yazmış Hikmet Çetinkaya da aynı tespiti yapmıştı: “Ben Gülen’i hep yazdım ama hakaret etmedim. Vallahi şimdi yazılanlar karşısında ağzım açık kalıyor.”

Devamı var Hocaefendi’nin sözlerinin: “İnşallah biz duruşumuzu bozmayalım. Kim bilir belki de yapılan bu hakaretler, ahiret adına bizim için bir kazanımdır. Kim bilir belki de Allah’ın gelecekte ihsan buyuracağı lütuf ve ihsanın garantisidir. Kim bilir belki de her şeye rağmen sadece Allah’a karşı sergilediğimiz emniyet ve teslimiyet duygusundan dolayı O’nun inayetidir.”

Benim gibi şaşırdı ve anlamada zorlandı iseniz dönün ve Hocaefendi’nin kendisine yapılan hakaretleri bile nasıl yorumladığını bir daha okuyun yukarıdaki satırlardan. Tahammülün bu kadarına “pes” diyorum, pes.

Hocaefendi kendine bakan veçhesi ile meseleye böyle bakabilir ama ben bunu demekte zorlanıyorum. Özellikle Hocaefendi ile olan münasebeti nezaket çerçevesinde karşılıklı hal hatır sormadan ibaret olanlar değil; aksine çocukluklarından bu yana belki de anne-babaları ölçüsünde üzerinde hakkı olan insanları düşünüyorum. Hocaefendi’nin bu dostlar! uğruna mazide neler neler yaptığı aklıma geliyor. Yemeyip yedirdiği, giymeyip giydirdiği Kestanepazarı günleri. Üzerlerini örtmek için bir gecede üç-dört defa devriye gezer gibi koğuşları gezdiği uykusuz Bozyaka geceleri. Buca’dan Edremit’e kamplarda tuvalet temizliğinden aşçılığa kadar yapılan fedakârlıkları. 71 muhtırasında hapishanenin içine kadar girerek yapılan vefa ziyaretleri. 80 ihtilali sonrası arandığı dönemlerde her şeyi göze alarak askerî kışlalarda kısa süreli de olsa kurulan sohbet sofraları. Kestanepazarı’ndan bugüne 24 saat beraber olup rahle-i tedrisine diz çöken talebelerine ilmî birikimini aktarırken maruz kaldığı sıkıntıları. Evet, bütün bunlara kendileri uğruna katlandığı yakın daire insanlarının suskunluğunu ben anlamakta zorlanıyor ve “haksızlıklar karşısında susan” deyip gerisini onların engin basiret ve ferasetlerine bırakıyorum.

“İnşallah biz duruşumuzu bozmayalım” diye başlayan paragrafta aktardığım sözlerin sarf edildiği mecliste ihtimal benim gibi düşünen birisi daha vardı. Yıllardır tanırım kendisini. Ateşin bir kimliğe sahip. Aniden devreye girdi ve bazı isimler zikretti. Açıktan sormadı ama “bunları mı kastediyorsunuz?” demek istediği besbelliydi. Hocaefendi önce bir tereddüt geçirdi. Evet demekle dememek arasında gitti-geldi ve dedi ki: “Aynen başkaları gibi hain, alçak kelimelerini kullanıyorlar.”

İnanın bana yine isim vermedi. Verilen isimlere evet de demedi. Bir kez daha pes dedim ve sükûtumun çığlığını gözümün yaşıyla beraber içime gömdüm. Ama gelin bir de bana sorun nasıl yaptın bunu diye. Bununla beraber pes demeyen bir başkası çıktı ortaya ve yıllar öncesine ait bir hatıradan bahsetti. Allah var, isim vermedi ama mazide cereyan eden o hadise hemen herkesin bildiği bir şeydi ve faili de bu dairede bulunan herkesin bildiği bir isimdi. Onun da kastı açıktı aslında. Bu mu demek istiyordu tıpkı o ateşin arkadaş gibi. Dikkat kesildim Hocaefendi’ye. Ne yapacağını, ne diyeceğini merakla gözlüyorum. Artık daha fazla dayanamadı ve iki kelime söyledi: “Evet, o.”

Son sözlerim; “evet, o” cümlesinin içine giren ve bugün suskunlar ordusu içinde yerini alan herkese; hayret ediyorum. O kendisine bakan yönüyle “mesleğimizin haysiyetini namusumuz kabul etmeli ve susmalıyız” dese de, hukukî zeminde İslamî değerler ve demokratik teamüllerden taviz vermeden iftiralara, hakaretlere, zulümlere, haksızlıklara karşı çıkmak bu kadar zor mu Allah aşkına? “Dostun bî-vefâ, feleğin bî-rahm, devranın bî-sukun” olduğu böylesi bir dönemde konuşulmayacak da ne zaman konuşulacak? Dün çok geçti bu tavrı göstermek için, yarın çok daha geç olacak. Hele çoklarının beklediği 30 Mart sonrası AK Parti yüzde 50 oy alsa bile geç olacak. Çünkü mesele değerler, ilkeler, prensipler meselesi. Daha ötesini söyleyeyim, iman, ahlak, vicdan meselesi.

Siz susadurun, Hocaefendi Eşrefoğlu Rumi gibi diyor: “Eşrefoglu Rumi, yarı sevenlerin budur kârı, Ol dost için ağûları şeker gibi yutmak gerek.”

Gün ola devran ola, yanlış yolda yürüyenler yolda kala… 
<< Önceki Haber 'Tarih kaybedenleri yazacak' Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER