4 Temmuz 2003 günü öğleden sonra iki…
Süleymaniye’deki Türk irtibat timlerinin bulunduğu
küçük sokağın girişinde olağandışı bir hareketlilik var. Bu hareketlilik kısa bir süre içinde üçü
subay, sekizi
astsubay olmak üzere toplam on bir
Türk askerinin rehin alınması, elleri plastik kelepçelerle bağlanıp, kafalarına çuval geçirerek Bağdat’taki bir askerî cezaevine nakledilmesiyle son bulacaktı. Olay Türk toplumunun hafızasında öylesine acı bir iz bıraktı ki ‘çuval’ kelimesinin taşıdığı anlamı bile değiştirdi. 60 yıllık müttefikimiz
Amerika, 120 askerinin yanına 100 peşmergeyi takmış ve 11 askerimizi rehin almıştı. Sorulara verilen her
cevap yeni sorulara yol açıyordu.
Amerikalılar
Kuzey Irak’ta Türk ordusunun özel kuvvetlerinde görevli askerler bulunmasından rahatsız oluyorlardı. Buna biraz da Talabani’nin kışkırtmaları yol açmıştı.
Türkiye’nin Irak
Türkmen Cephesi’ne
yardım gönderen kamyonlarının içinde
silah bulunduğu biliniyordu. Özel kuvvetlerin bu nakliyatta bizzat görev aldığı da doğruydu. Ama Kuzey Irak’ta on dört ayrı
ülke istihbari faaliyette bulunmuyor muydu?
İsrail açıktan faaliyet göstermiyor muydu? TBMM’nin 1
Mart tarihinde ‘tezkereyi’ reddetmesine duyulan
Amerikan öfkesi çuval hadisesine yol açacak kadar güçlü müydü? Hakikaten Amerikan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz tezkereye ayak direyen Türk Silahlı Kuvvetleri’ni cezalandırmaya mı karar vermişti?
Amerikan şahinleri Türk ordusunu cezalandırmaya karar vermişti ama Türkiye’yle savaşa girmeye de niyetli değildi. Operasyonun ne derece ses getireceğini iyi bilen
Washington yönetimi ilk olarak
bölgede görev yapan Türk askerî birimlerini
teknik takip ve izlemeye aldı. “Amerikanın tüm dünyayı dinleyen kocakulağı” olarak bilinen ABD
Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) Kuzey Irak’taki Türk askerlerinin
haberleşmesini yakından takip etmeye başladı. Ardından yerel muhbirler ve askerî istihbaratçılar vasıtasıyla
Erbil, Süleymaniye ve Dohuk kentlerindeki bürolarda görev yapan Türk askerlerinin sayısı ve durumu hakkında bilgi toplandı. Operasyon Amerika’nın
bağımsızlık günü olan 4 Temmuz
Cuma gününe de özellikle rast getirildi. ‘Şahinler’
operasyonu bu güne denk getirerek en az üç gün kazanmayı ve bu sayede Türkiye’nin tepkisinin kapalı kapılara çarpmasını sağlamayı planlamıştı.
Planlaması bu kadar dakik yapılan bir operasyonunun
hedefleri de iyi etüt edilmiş olmalıydı. Türk askerinin bölgede ‘suç’ sayılabilecek bir şeyler yaptığının belgelenmesi gerekecekti. Amerikalılar Türk askerlerini rehin aldıktan iki gün sonra serbest bıraktılar. Ancak operasyon sırasında el koydukları bilgisayarlar ve şifreli haberleşme cihazları üzerinde incelemeleri daha bir müddet devam etti. Bu cihazlarda suç unsuru olacak bilgilere ulaşmayı umuyorlardı.
Amerikalıların
elektronik cihazlara el koymasının önemi o günkü sıcak gelişmeler arasında pek gündeme gelmedi. Ancak aradan geçen zamanda baskınla alakalı yeni bilgilerin günyüzüne çıkması bu konunun da yeniden gündeme gelmesine neden oldu. Amerikalıların açıklamalarına göre bilgisayarlarda suikast planları ve hedef kişilerle alakalı bilgiler yer alıyordu.
Gazeteci Erhan Başyurt da Amerikalıları bu şekilde dolduruşa getirenlerin yerel
Kürt kaynakları olduğunu söylüyor: “Irak Savaşı öncesi ve sonrasında Marc Grossman’a bağlı olarak Dışişleri’ne danışmanlık hizmeti veren David L. Phillips’in yeni yayımlanan ‘Losing Iraq (Irak’ı Kaybetmek)’ kitabı bu konuda çarpıcı detaylara yer veriyor. Irak
Kürdistan Demokratik Partisi (IKDP) lideri Mesut
Barzani, Phillips’e o tarihte de Türkiye’yi şikâyet ediyor. Türkiye’nin Türkmen Cephesi’ni kullanarak bölgeyi istikrarsızlaştırmaya çalıştığını iddia ediyor. Türkiye’nin PKK’ya yönelik
sınır ötesi operasyonlarının da
terörle mücadele amaçlı olmadığını, Musul, Erbil ve
Kerkük dolaylarındaki zengin petrol yataklarını elde etmenin peşinde olduğunu ileri sürüyor. Barzani daha da ileri gidip Phillips’e gizli kaydedilmiş bir videobant seyrettiriyor. Kasette, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Erbil’deki ‘irtibat’ bürosunda görevli
Özel Kuvvetler mensubu subayların bir tetikçiye para verirkenki görüntüleri yer alıyor. Barzani, Kürdistan hükümetinde yer alan Türkmen bir
bakan yardımcısına suikast düzenlenmesi için bu ödemenin yapıldığını dile getiriyor. Yani Barzani’nin suikast iddiaları, 4 Temmuz 2003’teki ‘Çuval’ hadisesi öncesinde de mevcut. Kerkük vali yardımcısına olduğu gibi, Türkmen bir bakan yardımcısına da suikast yapılacağı suçlamasında bulunuyor.”
ÇUVAL HADİSESİ İLİŞKİLERDE KIRILMA NOKTASI
1995 yılında Kuzey Irak’ta bulunan Kürt gruplar arasındaki çatışmaları önlemek için bölgeye yerleşen Türk irtibat timleri bölgede son derece etkin bir güç olarak faaliyet gösteriyordu. Terör örgütü PKK’nın bölgedeki faaliyetlerini yakından izleyen, Kürt gruplarla yakın ilişkiler kuran ve Türkmenleri organize eden ÖKK’nin milli menfaatler için çalışmalarda bulunması ABD,
İngiltere ve İsrail tarafından hoş karşılanmıyordu. Bir üst düzey askerî yetkili bu konuda şu çarpıcı örneği veriyor: “1974
Kıbrıs Barış Harekâtı iki ülke tarihinde yaşanan ilk ciddi krizdi. İkinci kırılma I.
Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyinde ortaya çıkan ‘de facto’ Kürt devleti oldu. Birleşik Devletler’in, “Kürtlerin güvenliklerini sağlayacak garantiler elde edilene kadar” bölgeden çekilmeyeceğini duyurması ve “
Çekiç Güç” adı verilen bir çokuluslu gücü bölgeye konuşlandırması Türkiye’nin kaygılarının artmasına neden oldu. Tarihî müttefiki ABD’nin Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti kurmak istediğine ilişkin kaygılarında haklı olduğunu ortaya koyan ilk olay
Mayıs 1992’de yapılan seçimler ve sonrasında Kürt grupların yerel otoritelerini kurmaları oldu. Bu olaydan kısa bir süre sonra KDP ve KYP’nin güçlerini birleştirerek bir “Kürt Ordusu” kurmaya yönelik adımlar atması ve hemen ardından parlamentonun ‘Kürdistan Federe Kürt Devletini’ ilan etmesi Türkiye’nin tepkisine neden oldu. Türkiye yeni kurulan bu hükümeti tanımadığı gibi bu oluşumu bölge barışı ve Irak’ın
toprak bütünlüğü açısından son derece tehlikeli bir gelişme olarak değerlendirdi. Ardından gelişmelerden rahatsız olan diğer bölge ülkeleri
Suriye ve İran’ı da yanına alarak Irak’ın toprak bütünlüğünü bozmaya yönelik çabaların karşısında olduğunu açıkça ilan etti. Bu olaydan kısa bir süre sonra
Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis’i taşıyan askerî helikopter Zaho yakınlarında
taciz edildi. Ardından Muavenet zırhlısı vuruldu. Mesaj açıktı; K.Irak’taki sürece Türkiye’nin karışması istenmiyordu. Süleymaniye baskınıyla bu durum açıktan ve yüksek sesle dile getirilmiş oldu.”
Yetkili olayın bugüne kadar gündeme gelmemiş bir başka boyutuna dikkat çekiyor: “Olay sırasında bizim haberleşme cihazlarımıza el konulması fevkalade önemli bir olaydır. TSK milli şifreleme sistemi kurmaya ilk kez 1992 yılında yani Çekiç Güç’ün PKK’ya alenen yardım etmeye başladığı dönemde karar verdi. O tarihe kadar kullandığımız
İsviçre yapımı
kripto cihazlarının müttefiklerimiz tarafından deşifre edilerek bölücü örgüte sızdırıldığı tespit edildi. Bunun üzerine Türkiye haberleşme güvenliği konusunu öncelikli güvenlik meselesi olarak ele aldı.
TÜBİTAK bünyesinde Ulusal Elektronik ve Kriptoloji
Araştırma Enstitüsü (UEKAE) kuruldu. 1997’de ilk milli şifreyi üretmeyi başaran UEKAE, yapılan çeşitli denemelerden sonra sistemi teslim etti. Milli kripto sistemi son derece başarılı bir uygulamaydı. Böylelikle güvenli bir şekilde haberleşebiliyorduk; bu da operasyon kabiliyetimizin artmasını sağlıyordu. Amerikalılar tarafından cihazlarımıza el koyulmasının ana nedeni de buydu.”
1993-99 yılları arasında Milli
İstihbarat Teşkilatı (MİT) Elektronik ve Teknik İstihbarat Başkanlığı görevini yürüten Prof. Dr. Sıdık Yarman da cihazlara el konulmasını son derece anlamlı buluyor. Türkiye’nin haberleşme güvenliği konusunda son on yılda ciddi yatırımlar yaptığını kaydeden Yarman, bu olayın güvenlik açısından çok ciddi riskler içermediğini, daha çok
psikolojik mesajlar vermeye yönelik olduğunu düşünüyor: “Şifreli haberleşme cihazlarına el konulması halinde sadece o cihaz ve buna bağlı bölümler deşifre edilmiş olur, sistemin geneli bu olaydan zarar görmez. Dolayısıyla bir cihazı kaybetmeniz şifreli tüm bilgileri de kaybetmeniz anlamına gelmez. Güvenlik açısından geçici riskler ortaya çıkacaktır ancak bunu da çözmek mümkündür. ”
Altmış yıllık bir geçmişe sahip Türk- Amerikan ilişkilerinde dönüm noktası olan “Süleymaniye baskını” iki ülkenin menfaatleri gereği karşı karşıya geldiği ilk ciddi olay değil, ancak “en onur kırıcı” olay olarak hafızalara kazındı. Zedelenen ilişkilerin nasıl düzeleceğini ise zaman gösterecek.
AKSİYON