[Ahmet Kurucan - ZAMAN]
Aslında onun gibi âlim ve din adamı özellikleri ile ön planda olan, bir başka ifadeyle adı anıldığı zaman neredeyse bütün dünya kamuoyunda ilk defa bu özellikleri akla gelen bir insandan beklenen, dinî kimliği her şeyden çok önemsemesidir. Tarihî süreçte birçok din adamı böyle yapmıştır çünkü. Ümmet anlayışını her şeyin ötesinde ve önünde görmüşler, onu şemsiye kimlik olarak benimsemişler ve siyasetten ticarete gerçekleştirdikleri bütün birlikteliklerde bu zihniyeti esas almışlardır. Resmî ve gayri resmî sahalarda bahse medar gerçekleşen kuruluşların altında yatan zihniyet budur. Burada açık-seçik isimler vermek, yâre ve ağyara dokunabilir.
İnsanı bu kadar önemseyen, "İnsanla başlayan problem, insanla biter. İnsanda başlayan problem insanda biter" diyen ve başkaları ile işbirliğinde, global sorunların kısa veya uzun vadede çözümünde hep insan diyen bu kişiyi anlamama, anlamamada ısrarcı olma, aslında ona değil insana yapılan bir hakarettir. O, "önce insan sonra Müslüman'ım" derken; o, insanın maddî-manevî yaratılış ve yaratılıştaki mükemmelliğinden hareketle "İnsan,
Allah'ın en mükemmel varlığıdır. Eğer Allah kendisinden başkasına secde yapılması için izin verseydi, insana secde edilirdi" derken; o "bizim inancımıza göre insan takdis edilecek varlıktır" derken, ona düşmanlık yapanların bunlara gözünü kapaması, kulağını tıkaması ancak önyargıyla, şartlanmışlıkla, düşmanlıkla izah edilir.
İşte yine insan ve düşmanlıklar ekseninde konuların daldan dala, fasıldan fasıla atlanarak konuşulduğu bir ortamdaydık. Kendisinin, kendisi ile birlikte olan gönüllülerin anlaşılmamasından, bundan duyduğu vicdanî rahatsızlıktan bahsediyordu. Çektiği maddî-manevî sıkıntı ve ıstıraplardan dem vurdu. Bütün bunlar karşısında beddua etmeyi hiç düşünmediğini anlattı. "Çünkü" dedi, "Benim inancıma göre, beddua edilen o bedduaya istihkak kesbetmemişse, beddua bedduayı yapan kişiye
döner." Ardından yürekleri kavuran bir tonla ekledi: "Ama 50 senedir rahat bırakılmadım. Hep balyoz altında yaşadım. Endişe edilecek bir şey yapmadım. Bu millete
hizmetten başka bir şey düşünmedim. Bu uğurda dünyevî zevk ve sefayı, bırakın terk etmeyi, aklıma bile getirmedim. Fakat hiç peşimi bırakmadılar." Sonra durdu ve kararlı olduğu her halinden belli bir edayla, "Ama bütün bunlara rağmen hiç kimseden şikâyetçi olmayacağım. 40-50 senedir her fırsatta eline kalemi alıp aleyhimde yazanlardan bile şikâyetçi olmayacağım." dedi.
Şahsen ben şaşırmadım bu çıkışa. Şahsına
bakan yönüyle, "belki ben kendimi tam manasıyla ifade edemedim, etseydim, edebilseydim belki böyle düşünmeyecek, hasmane duygular beslemeyecek, düşmanca tavırlar sergilemeyeceklerdi" diyen ve suçu sürekli kendi üzerine alan bir zihniyetin sahibinden, başka bir şey bekleyemezsiniz zaten.
Burada akla şu sorular gelebilir; haksız saldırılara karşı mukabele-i bi'l misil kaidesi nerede kaldı? "Haksızlıklar karşısında susan dilsiz şeytandır" hadisine ne diyeceksiniz? Meşru müdafaa yapılması bir hak değil mi? "En büyük cihad, zalim
sultan karşısında hakkı haykırmaktır" hadisine göre muamele edilmeli değil mi? Bu tarz bir yaklaşımın Hıristiyanlıktaki "bir yanağına tokat vurana öteki yanağını da çevir" felsefesinden farkı ne?
Öncelikle o, 'şikâyetçi olmayacağım' dediği kişiler ve onların davranışları ile alakalı olarak şunu söyler ki, bu düşünce yukarıdaki soruların tamamının cevabı sayılabilir: "Ben şahsen onlara hakkımı
helal ederim ama Allah hakkına, amme hukukuna
tecavüz söz konusuysa, Allah affeder mi onu bilemem." Bu bir.
İki; insan, Allah'ın mahlûku ve yaratılanların en güzeli, en mükemmeli olması itibarıyla takdire, sevgiye, saygıya layıktır; ama onda Allah'ın hayır dediği vasıflar varsa, peş peşe sorulan sorulardaki ilkeler, prensipler devreye girer. Şöyle diyor o zat: "Bizim tavrımız, temerrüde, tecavüze, zulme, bağye karşıdır. Yani vasıflaradır. Bazı şahıslar bu vasıflarla ittisaf ettiğinden dolayı şahsa karşı tavır alabiliyoruz." Bununla beraber amme hukukuna, binlerin-milyonların alın terlerine, gözyaşlarına, sadece Allah rızası deyip ortaya koydukları çalışmalara tecavüz yoksa şikâyetçi olmayacağım diyerek vicdan enginliğini ortaya koyuyor. Biz bunu, sözü edilen seviyede vicdan enginliğine sahip değilsek anlamakta ve kabullenmekte zorlanabiliriz.
"BİZ Mİ SEBEBİYET VERİYORUZ ACABA?"
Pekâlâ, üzülmüyor mu bu duruma? Üzülmez olur mu? Hem de çok üzülüyor. Kendi adına üzülüyor; kendimizi anlatamadık; anlatabilseydik bu yollara tevessül etmeyeceklerdi belki, diyor. Biz mi sebebiyet veriyoruz onların bu tutumuna diye içi içini yiyor. Dost camia adına üzülüyor; bu kişilerin ürettiği tezvirat kabilinden yalan-yanlış bilgilerle hizmete mesafeli duranlara üzülüyor. Kendilerini karşıt cephede görenlere üzülüyor. Vehim, hayal, vesvese, ideoloji, önyargıların kurbanı olup sergiledikleri düşmanca tavırlarla dünyevî ve uhrevî sonucu hiç de iyi olmayan kulvarda mesafe kat edenlere üzülüyor. Bütün bunların tabii neticesi olarak ortaya çıkan mücadele ortamına, o ortamda kaybedilen zamana, boşa harcanan enerjiye, bir hiç uğruna ölüp giden heyecan ve helecanlara üzülüyor.
Evet üzülüyor ama sonra da kendini şöyle teskin ediyor: "Allah'ın benim hakkımdaki takdiri, benim kendi hakkımdaki takdirden daha iyi olduğu için ben hiçbir takdirde bulunmuyorum. Aslında O'nun takdiri insan için en büyük armağandır. Onun için kendimi hiç hesaba almıyorum. Zaten insan bu hercümerç, bu çağlayan içinde kendisini hesaba katmazsa, mutlaka güzel bir yere ulaşır. Kaldı ki benim için en güzel yer, öteler ötesi. Ama kulsun, hakkındaki takdire razı olmak zorundasın ve öteler ötesini arzulamana rağmen isteyemiyorsun."
Dıştan bakıldığında çok karmaşık gibi gelebilir insana. Duygularla düşüncelerin çarpıştığı, ilke ve prensiplerle onlara getirilen şahsî ve içtimaî yorumların çarpıştığı bir
arena olarak görebilirsiniz bu yazıda tasviri yapılan
zihin harmanını. Özellikle ellerinden geleni arkalarına koymayan ve kendilerini hasım cephe görenler için söylenenleri yukarıda ifade ettiğim gibi anlamakta zorlanabiliriz. Eğer zorlanıyorsanız, vicdan enginliği imdadınıza yetişsin.
Kimden mi bahsediyorum? "Hizmet böyle inkişaf etseydi de ben Edirne'deki cami penceresinde kalsaydım; Kestanepazarı'ndaki
tahta kulübemde hayatıma devam etseydim." diyen, "O basit, o sade hayat benim burnumun ucunda tütüyor." diyen
Fethullah Gülen Hocaefendi'den.