Yanlış zamanın Cumhurbaşkanı
Eğer, aylardır süren tartışmalar hepimizin enerjisinden birer parça eksiltmeseydi bugünü yani, yeni Cumhurbaşkanı’nın gelişini daha coşkulu bir gündemle ve daha sahici cümlelerle konuşuyor olacaktık. Araya giren bir dizi tatsız şey hepimizi Gül’ün gelişi konusunda biraz daha temkinli ve soğukkanlı olmaya sevketti. ‘Müsabaka’nın
kural dışına çıkması, centilmenliğin çiğnenmesi demokrasinin de tadını biraz kaçırdı açıkçası... Ama bir başka açıdan bakılırsa,
Cumhurbaşkanlığı seçimleri ne zaman centilmenlik içinde kaldı ki!
Türkiye bugün Sezer’i uğurluyor, Gül’e ‘merhaba’ diyor.
Bu sıradan bir değişiklik değildir, bir kesimin iddia ettiği gibi rejime taalluk eden bir devir-teslim hiç değildir. İddia edilenin ve vehmedilenin aksine rejimin daha da güçleneceği bir döneme adım atıyoruz. Bu iddianın onlarca sebebi vardır ama bir tanesi yeterlidir.
Abdullah Gül’ün ve içinden çıktığı
AK Parti’nin hayat damarı daha güçlü bir
Cumhuriyet rejimidir. Rejimi güçlendirdikçe güçleneceklerini çok iyi biliyorlar, bu kadar basit.
Sezer için elbette söylenecek çok şey var ve zaten daha görevinin başındayken de uzun uzun yargılandı. Bu yüzden, görevinin ardından sanılanın aksine, çok fazla tartışılmayacaktır.
Sevenleri ile karşıtları birer keskin kutup oldu.
CHP tabanından içten bir sevgi görürken AK Parti başta olmak üzere diğer partilerin taraftarları onu bir türlü sevemedi. Sezer de kendisini sevdirmek için bir çaba sarfetmedi, olduğu gibi görünmekten hiç vazgeçmedi. Sonuçta sevenleri ile karşıtları arasında bir gri alan oluşmadı. Ya sevildi ya da nefret edildi... O’nun da sevdikleri, sempati duydukları vardı ve sevmedikleri ve antipatik oldukları... İki grubun üyeleri de Sezer’in cumhurbaşkanlığı döneminde hiç değişmedi.
AK Parti’yi sevmedi, hazzetmedi. Bu bir sır değil. Henüz
Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğu dönemde yaptığı ve demokratik heyecan yaratan o ünlü konuşmayla sempatisini kazandığı bu kadroları hayal kırıklığına uğrattı. Açık bir muhalefet yürüttü ve bunun için bir gerekçe aramaya bile gerek görmedi.
Çankaya’daki Sezer, kendisini rejimin bekçisi olarak gördü ve sabırlı bir mücadele verdi. Şimdi koltuğunu o mücadeleyi verdiği düşüncenin sembol isimlerinden birisine devretmiş olmak çok dramatik olmalı...
Cumhurbaşkanı, rejim bekçiliği görevi uğruna, makamından beklenen kuşatıcılık, vizyon ve yenilikleri ıskalamak bir yana, bildik cumhurbaşkanlığı faaliyetlerini de icra edemedi. AB,
Irak,
terör gibi problem alanlarına girmedi,
ülkenin dış
politika mesaisine ortak olmadı. Yeni Cumhurbaşkanı Gül, ilk iş olarak 7 yıllık bu boşluğu dolduracaktır. Zira, Cumhurbaşkanlığı işi bunu gerektirir.
Sezer, sevinmedi, bir şeye sevindiği de pek görülmedi... Sadece
Orhan Pamuk’un Nobeli’ne sevinmemekle kalmadı, mesela
Avrupa Birliği müzakerelerine başlanması da onu heyecanlandırmadı. Türkiye’nin ihracat hamlesinde veya sözgelimi küresel organizasyonlarında da hiç görünmedi. Sevinmemiş olmaması mümkün değil ama belki o fotoğrafların insanı değildi.
Çok şeye karışmaması, kritik konularda inisiyatif almaması ülke adına bir kayıptı ama bu özellikleri onu saygı duyulan bir isim haline de getirdi. Sadelik ve sükunet hiç olmazsa aleyhindeki cepheye daha fazla malzeme çıkmamasını sağladı.
Sezer, kendi laikliği, kendi rejim algısı ve kendi Cumhuriyet tanımıyla kendi içinde tutarlılığı sağladı ama bu dönemin Cumhurbaşkanı değildi. Eğer, Gürsel, Sunay veya Korutürk’ün döneminde Çankaya’da o olsaydı ve yine geride kalan 7 yılda yaptıklarını yapmış olsaydı hiç yadırganmazdı.
Asıl sorun galiba, Sezer’in 2000’li yılların Cumhurbaşkanı olmasıydı...
MUSTAFA KARAALİOĞLU/STAR