'Efendimiz’in (sas) beyan ve uygulamalarında yerini bulan başka şeyler de vardır ki bunların başında iktidar olma, hükümet etme, devleti yönetme manasında siyaset gelir.' diyen Kurucan, Hizmet’in Bediüzzaman Hazretleri’nden bu yana siyasete karşı mesafeli durduğunu, fakat bunun dinde olmamasından değil, öncelik sonralık sıralamasında siyasetin çok geri planda kalmasından kaynaklanan bir tercih olduğunu belirtti.
Efendimiz’in (sas), hulefa-i raşidin'in ve Osmanlıların siyasî tarihini örnek gösteren Kurucan, siyaset yoluyla dine ve insanlığa hizmet edilebileceğinin altını çizerek, burada önemli olanın 'siyaset yoluyla insanlığa hizmet edeceğim derken inandığımız değerlerden taviz verecek miyiz?' sorusu olduğunu vurguladı. Kurucan, 'İktidarı koruyacağız diye rüşvete, irtikaba, yolsuzluğa evet mi diyeceğiz?' diye sorarak ülkedeki savrulmaya dikkat çekti.
Medine’ye hicret edildikten sonra yapılan ilk işlerden bir tanesi Medine pazarına girip ticaret yapmaktı.
Muhacirler, ticaretin içinde büyümüş insanlardı. Ziraattan çok anlamazlardı. Ayrıca Medine’de mukim müşrik ve Yahudilerin hakim olduğu ticarî alanda haliyle Müslüman’ın da isbat-ı vücud etmesi gerekiyordu. Abdurahman b. Avf’tan Hz. Ebu Bekir’e kadar birçok muhacir pazara girdi sermaye, bilgi ve tecrübeleriyle. Her türlü ticareti yaptılar ama bir tek şeyi yapmadılar; ticarî ahlâksızlık. “Oturmuş bir sistem var, Yahudiler ve müşrikler böyle yapıyor, halk da alışmış, alan razı veren razı” deyip dinî, ahlakî ve insanî değerlere aykırı hiçbir şey yapmadılar. Niçin? Çünkü ticaret, başta hayatın her alanında bir mü’min için öncelik para değil, ahlaktı, ilkeydi, prensipti; dünya değil ukbaydı. Kur’an öyle emrediyordu zira. Her gün beraber oldukları, arkasında namaz kıldıkları Peygamber (sas) öyle buyuruyordu .
Günümüze gelelim; ‘aradan 15 yüzyıl geçmiş, asır başkalaşmış, zaman değişmiş’ deyip cahiliye anlayışına geri dönebilir mi bir mümin? Ticari ahlaksızlıklara “maslahat-i ümmet” deyip meşruiyet kılıfı giydirebilir mi? Dönemez ve giydiremez. Çünkü söz konusu dinin, ahlâkın ve insani prensiplerin ortaya koyduğu evrensel ve tarih üstü bağlayıcı kurallardır.
İsterseniz bu tespitleri bir ayna olarak kabul edelim ve karşısına geçip kendimize bakalım, nerede duruyoruz? Mukayeseler de yapalım; dün neredeydim, bugün neredeyim diye. Hz. Ömer’in yaklaşımı ile ölmeden önce kendimizi hesaba çekelim.
Fakat aynaya bakmadan önce bir hususa işaret edeceğim; Hizmet demek İslam demek değildir. Bugün Hizmet’in dinimize, milletimize ve insanlığa hizmet adına ortaya atmış olduğu fikirler, o fikirlerin eğitim, işadamları, sağlık, diyalog, yardım kuruluşları, medya vb. alanlarda ete-kemiğe bürünmüş şekilleri din değildir. Aksine İslam’ın emrettiği çizgide yapılmaya çalışılan faaliyetler manzumesidir. Bu faaliyetlerin haricinde kalan ama dinde, Efendimiz’in (sas) beyan ve uygulamalarında yerini bulan başka şeyler de vardır ki bunların başında iktidar olma, hükümet etme, devleti yönetme manasında siyaset gelir. Hizmet’in Bediüzzaman Hazretleri’nden bu yana siyasete karşı mesafeli durması, onun dinde olmaması değil, öncelik sonralık sıralamasında siyasetin çok geri planda kalmasında aranmalıdır ve bu bir tercih meselesidir.
Şimdi; nasıl İslam demek Hizmet demek değildir, aynen öyle de İslam demek siyaset demek de değildir. Din siyasete indirgenemez. Din sadece siyaset üzerinden okunamaz. Fakat bu demek değildir ki siyaset yoluyla dine hizmet edilemez. Hayır, hiç kimse bunu söyleyemez. Efendimiz’in (sas) hayatı, hulefa-i raşidinden Osmanlılara uzanan siyasî tarihimiz meydanda. Tabii ki siyaset yoluyla dine ve insanlığa hizmet edilir ve edilmelidir de. Tabiat boşluk kaldırmaz. Hayat, bir şekilde o boşluğu doldurur.
Ama burada şu sorunun cevabının verilmesi lazım; siyaset yoluyla insanlığa hizmet edeceğim derken inandığımız değerlerden taviz verecek miyiz? Din mi, siyaset mi veya dinî değerleri korumak mı, iktidarı muhafaza etmek mi dendiğinde nerede duracağız? Geleceğimizi garanti altına alacağız diye inancımıza rağmen yaşamayı ma’zur ve meşru mu göreceğiz? Önceliğimiz ne olacak bizim?
Daha açık konuşalım; iktidarı koruyacağız diye rüşvete, irtikaba, yolsuzluğa evet mi diyeceğiz? Devletin tüm imkânlarını seferber ederek yönetimimiz altında bulunan insanlara vehimler, hayallar, kurgular üzerinden zulmetmeye evet mi diyeceğiz? Allah’ın ve Efendimiz’in beyanları ile haram olan gıybetin, iftiranın, hakaretin, suizannın hükmünü değiştirip helal mi diyeceğiz?
Şimdi aynanın karşısına geçelim ve soralım; dün neredeydik bugün neredeyiz? Hafızalarımız maziyi hatırlamada yeterli değilse arşivler ortada. Koyalım onları önümüze. Bu yola çıkarken yazdığımız programlardan, yaptığımız konuşmalardan, verdiğimiz sözlerden bir derleme yapalım ve onlara baka baka bugünümüzle mukayese edelim. Bir fark görmüyor, aynı çizgide duruyoruz diyebiliyorsak, söyleyecek sözüm yok. Eğer farklı bir yerdeyiz diyorsak, gelin bunun adını koyalım; biz önceliklerimizi kaybetmişiz demektir. Halk tabiriyle söyleyelim; savunma değil, savrulmadır bunun adı.
Allah bütün mü’minleri sırat-ı müstakimden ayırmasın. Amin.