Rapor üzerine kopan fırtına

Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Basın Bölümü Başkanı ve Burç FM'de program yapan Erkam Tufan Aytav 'Mahalle Baskısı' raporunu ve tartışmaları analiz etti.

Rapor üzerine kopan fırtına

İşte Aytav'ın analizi: Savrulan taraflar ve Rapor üzerine kopan fırtına Prof. Dr. Binnaz Toprak’ın hazırlamış olduğu raporun bence en önemli problemi bazı hususların yeterince vurgulanmaması ve tespitlerin geneli ifade ediyor gibi anlaşılması yanlış anlamalara kapı açmış olması. Raporda ‘Tüm Türkiye nüfusunun temsil niteliğine şamil bir örneklemle yürütülmüş anket çalışması değildir’ demesine rağmen kamuoyuna tam tersi biçimde takdim edildi. Bunun sonucunda da raporu Ulusalcı, anti demokratik kesim ‘bak biz dememişmiydik gördünüz mü bütün Anadolu ne hale gelmiş, biran önce bir şeyler yapılması lazım’ demeye başladılar. Hem içeriye hem dışarıya mesaj verildi. 28 Şubat özlemleri depreşti. ABD ve AB ye de bu rapor üzerinden negatif mesaj verilmek istendi. Türkiye de başta Gülen hareketi olmak üzere yükselen dindarlığın nasıl tehlikeli olduğu, bütün dünyada açmış oldukları okullara müsaade edilmesinin ne kadar tehlikeli olduğu, iç yüzlerinin bu olduğu gibi hususlar batı dünyasının nazarına sunuldu. Rapor amacından saptırıldı. Aslında sınıfsal bir kavga olan laikçiler ile muhafazakârlar arasındaki gerilim bu gün siyasette sembol olarak AKP, cemiyette sembol olarak Gülen hareketi şeklinde karşımıza çıkmakta. Kavga sürekli bu iki sembol üzerinden götürülmekte. Bu rapor ile Ulusalcı kesimin AKP ve Gülen hareketinin bir an önce anti demokratik yöntemler ile dizginlenmesi gerektiği tezleri güçlenmiş oldu. Sayın Toprak raporunda bunu ifade etmese bile böyle bir sonuç verdi. Buna mukabil de Muhafazakâr medya da başka bir tarafa savruldu. Hiç beklemediğim bir üslup ile konuya yaklaştı ve Anadolu’da hiçbir şekilde baskı olmadığını iddia etti. Bu konuda muhafazakâr da, öbür medya gibi medya sınıfta kaldı. Sayın Toprak’a bir röportajında "Size anlatılan hikâyelerin doğruluğunu test ettiniz mi?" sorusuna "Hayır ama nasıl edelim, samimiyetlerine güvendik, biz bir yargı kurumu değiliz" diyor. Gerilimin tarafı olan bu kesimin mülakatlarda mübalağa yapmış olabileceklerini de göz önüne almak lazımdı. En azından biraz bunun altının çizilmesi gerekliydi. Veya karşı tarafa da bunun doğruluğunu sormak lazımdı. Bununla birlikte Sayın Toprak ve üç gazeteci arkadaşına anlatılan baskıların tamamen yaşanmış ve hiç mübalağa yapılmamış olması da muhtemel. Bir tek kişi bile Anadolu’da bana baskı yapılıyor diyorsa muhafazakâr kesimin inkâr etmek yerine konuyu bunu ciddiye alarak üzerine yapıcı bir şekilde gitmesi gerekirdi. Bütün bunları söyledikten sonra raporun Gülen hareketi ile ilgili olan kısmına gelecek olursak; Öncelikle cemaat kelimesinin sosyolojik olgu olarak söz konusu oluşumu günümüz için yeterince karşılamadığını ve hareket denmesinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Sayın Gülen de Gönüllüler Hareketi şeklinde tanımlamakta. Onun için cemaat yerine hareket şeklinde ifade edilmesi daha doğru olur. Aslında Gülen hareketi üzerine örnekler üzerinden yapılan tespitlerde problem de burada başlamakta. cemaatlerin belli bir sınırı vardır. Kim cemaat üyesi kim değil bu nettir. Ancak hareketlerin yapısından gelen özelliği sebebi ile sınırları fludur. Bu sebeple kim hareketin içinde kim değil demek mümkün değildir. Bu bir networking tir. Sayfa 145’te ‘cemaat evlerinde kalıp ayrılan ya da cemaatle temas etmiş öğrencilerin çoğu kendilerine İslami bir yaşam sürdürmeleri konusunda baskı yapılmış olduğu kanısında değillerdi.’ Sayfa 180’de ‘Fethullah gülen cemaatinin ne cemaate dâhil olan kişilere ne de dışında kalanlara açık bir baskı uygulamıyor.’ Sayfa 157’de ‘birçok öğrenciden duyduğumuz kadarıyla cemaat evlerinde ibadet konusunda ciddi bir zorlama ve baskı olmadığı anlaşılıyor.’ Şeklinde Sayın Toprak’ın tespitleri var. Bu tespitleri bence hareketin genel omurgası açısından oldukça hakperest. Ancak raporda geçen olumsuz örneklemeler bütün bu tespitleri havada bırakıyor ve tespitlerin üstünü örtüyor, görünmez hale getiriyor. Her hareketin içerisinde uç ve radikal kişilerin olması söz konusudur. Bu bütün toplumlar için de geçerli. Önemli olan bu kişilerin içinde bulunduklarını iddia ettikleri hareketin temel yaklaşımının ne olduğu, kitlelerce ne kadar benimsendiği ve yaygınlığıdır. Gülen hareketi Sayın Fethullah Gülen’in düşünceleri etrafında örgülenmiş bir harekettir. Dolayısı ile fikir mimarının düşünceleri, söylemleri, yazdıkları esastır. Bütün söylemlerini diyalog, hoşgörü ve birlikte yaşama fikirleri üzerinde örgülenmiş bir hareketten bahsediyoruz. Gayri Müslimler ile Diyalog Sayın Gülen’in Papa ile, Türkiye’deki ruhani liderler ile görüşmesi ve hareketin kültürlerarası diyalog konusunda çabalarının Türkiye’de bir kesim tarafından ihanet şeklinde karşılandığını herkes hatırlayacaktır. Hatta Sayın Gülen’e bu gün bu raporu işine geldiği gibi kullanan Cumhuriyet gazetesi gizli Kardinal bile demişti. Cinnetin ve ön yargının boyutuna bakın. İlk defa Türkiye’deki gayri Müslim kitle ile bu düzeyde temasa geçen, elele tutuşan bu harekettir. Gülen hareketi tarafından başlatılan bu süreç bu gün devlet tarafından medeniyetler ittifakı şeklinde devam ettirilmektedir. Bu gün gidip sorsanız Türkiye’deki Yahudi, Ermeni, Süryani, Rum cemaatlerine, Gülen hareketinin kendilerini ilk defa muhatap aldığını ifade edecektir. Raporda unutulan gayrı Müslim cemaatlere de mikrofon uzatılsaydı da bütün bunları ifade etselerdi. Kendilerine aslında kimlerin baskı yaptığını söyleselerdi. Aleviler ile Diyalog Gelelim Aleviler konusuna. Bu konuda Sayın Gülen çok önemli ve devletin anlayışları açısından radikal denebilecek önerilerde bulunmuştur. Alevilerin Diyanet İşlerinde temsil edilmesini, sözlü kültürden kitabi kültüre geçmesini, cami ve cem evlerinin yan yana yapılmasını böylelikle alevi ve Sünnilerin birbirini daha yakından tanımış olacaklarını ifade etmiş, yazmıştır. Gazi olaylarında ben de Aleviyim diyerek yatıştırıcı rol aldığını hatırlarsınız. Bütün bu ifadeler kayıtlı ve basılıdır. Yani hem Sayın Gülen’i hem hareketi bu gün ve gelecek için bağlayıcı ifadelerdir. Aydınlar ile diyalog Onursal Başkanlığını Sayın Gülen’in yaptığı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı kurulduğu 1994 yılından buyana yapmış olduğu bütün toplantılarda ülkemizin farklı kesimlerinden aydınları bir araya getirmiş, buna zemin hazırlamış, ülkemizin meselelerini masaya yatırmıştır. Sizin de katıldığınız Abant toplantıları gibi örnekler pek çoktur. Bu toplantılar herkesimin rahatlıkla konuştuğu tartıştığı ortamlardır. Hatta Abant yönetim kurulu tamamen özerk bir yapıda işlemekte, hangi konuların tartışılacağı, kimlerin davet edileceği konularında özgürce karar almaktadır. Bırakın her hangi bir baskı telkin bile yapılmamaktadır. Bütün bu örnekler yıllarca Türkiye’de içine kapanmış, ötekileştirilmiş olan bir kitleyi bir yerden bir yere götürmesi adına çok önemli örneklerdir. Toplumun radikalliğe değil de tam tersine hoşgörüye, birlikte yaşama olgunluğuna dönüştürme gayretlerinin en büyük ve en etkin faktörüdür Gülen hareketi. Rapordasayfa 180 de; ‘cemaatin büyük kentlerdeki kanaat önderleri ve medya kurumları tarafından benimsenen ‘demokrat ve ılımlı’ tavrı, tabanda yerini taşralı muhafazakâr, baskıcı ve ayrımcı kişiliklere bırakıyor gözükmekte. Bu kişilerin muhafazakârlığı daha da derinleştirdiği kanısındayız’ diyor. Yukarıda da belirttiğim gibi elbette mesajı algılayamamış, içine sindirememiş kişiler mutlaka söz konusudur. Ancak hareketin bütün bu gayretleri raporda haklı veya haksız, yeterli bir şekilde yer bulmaması Gülen hareketini tam tersi şeklinde anlaşılmasına kapı açmıştır. Sayfa 147 de ‘öğrencilerin anlattıkları Türkiye’de eğitim sistemindeki önemli sorunlara işaret ediyor. Fethullah Gülen cemaatinin eğitim alanında devreye soktuğu alternatifin bu alandaki yetersiz politikalarıyla yakından bağlantılı olduğunu düşünüyoruz’ diyor. Sayın Toprak’ın bu tespitinde katı bir devletçi yaklaşım görüyorum. Dünyada hangi sosyal devlet toplumun bütün problemlerine yetişebiliyor? Bugün batı toplumlarında eğitimden, sağlığa pek çok alanlarda sivil oluşumlar varlık göstermekte. Tabii ki denetime tabi olmak kaydı ile. Bu gün Türkiye de muhafazakâr kesim hastaneler de açıyor. Topluma hizmet sunan kurumlar açıyor. Sosyal devlet elbette halka hizmet versin. Bu devlet aynı zamanda bahsi geçen muhafazakâr kitlenin de devleti. Bununla birlikte devlet iyi bir işletmeci de değildir üstelik. Gülen hareketinin açmış olduğu okullarda ÖSS de her sene Türkiye birincilerinin çıkması, dünya bilim olimpiyatlarında Altın madalyalar alması başarının bir göstergesidir. Devletin her yerde okulları var. Halk bu okullara alternatifsiz olduğu için göndermiyor ki? Ortada bir başarı var. Üstelik bütün anti propagandalara rağmen. Elbette devletin her yerde yurdu yok. Keşke olsa. Ama her şeyi devletten beklemek günümüzün dünyası ile örtüşmüyor. Devlet ile muhafazakâr kitleyi de birbirine hasım gibi göstermek doğru olmasa gerek. 28 Şubat döneminde de bu konu çok gündeme getirilmişti. Bir takım çevreler Gülen hareketinin açmış olduğu eğitim kurumlarının tehlikesine vurgu yapmıştı. Tam da o dönemde yani meşhur tarihi MGK toplantısından bir gün önce Sayın Gülen Hürriyet gazetesi üzerinden manşette duyurulan bir açıklama yaptı. Demişti ki; ‘bu güne kadar eğitim kurumu açın diye tavsiye ettiğim çevreme şimdi de rahatlıkla bütün bu kurumları devlete devredin demeye hazırım’. Bu konuda Gülen hareketi net tavır koydu. İsterseniz devlete devretmeye hazırız dendi. Daha ne densin. Sonuna kadar didik didik teftiş edeceksiniz, insanları taciz edeceksiniz, iç düşman olarak göreceksiniz, hakaret edeceksiniz, sonra da peki madem kendi teftişlerinize de güvenmiyorsunuz alın bu kurumları deyince de sus pus olacaksınız. Tek kelime pes (sözüm size değil). Bütün dünya özelleşmeye giderken de bizde devletleştirilme niyetleri de ayrı bir garabet. Devletin her alanda işletmeci olarak var olduğu sistemler doğu bloğunda vardı ve bunun adı komünizmdi. Raporda ‘Cemaat dershaneleri okulları yada yurtlarına olan talebin büyük ölçüde maddi durumu iyi olmayan ailelerden kaynaklandığı anlaşılıyor’ diyorsunuz. Ben bu tespitteki ‘büyük ölçüde’ kelimesine itiraz ediyorum. Elbette maddi sıkıntıları sebebi ile çocuğunu verenler vardır. Bu ülke insanlarından birileri cebinden para harcayarak bu insanlara el uzatıyorsa bundan güzel daha ne olabilir? Cebinden para vermek, zamanını ayırmak görüldüğü gibi kolay değildir. Röportaj yapılan kitle de elini cebine atıp kendi adına fakir fukaraya yardım etsin. Engel olan yok. Milleti adına fedakârlık yapmayacaksın, cebinden çıkarıp vermeyeceksin, örgütlenmeyeceksin, rahatını bozmayacaksın, sonra da bir takim gayri demokratik güçleri yardıma çağıracaksın. Şu yaklaşım insanımızı rencide ediyor; Anadolu insanı kömür verildiği için oy veren, yurt verildiği için sevmese bile çocuğunu veren ‘menfaatçi insanlar topluluğu. Bu aileler başka bir gerekçe ile çocuklarını gönderiyor olamazlar mı? Müstakil bir araştırma yapılsa çoğunlukla halkın neden bu kurumlara çocuklarını verdiği daha net ortaya çıkar. İnsanın çocuğu her şeyidir. Her anne baba çocuğum ne öğreniyor, ne teklin ediliyor, vatan haini mi yetiştiriliyor yakinen takip eder. Eğer bu ülkenin binlerce vatandaşı bir tehlike görmeyip hatta fayda gördüğüne inanarak çocuğunu bu kurumlara gönderiyorsa buna mukabil birileri de ortaya çıkıp ey millet hayır sizler anlamıyorsunuz, kafanız bu işleri işlemez buralar tehlikeli demesinin de ne anlama geldiğini de ehli insafın insafına bırakıyorum. 4 kadın ile evlilik telkinleri yapıldığına dair bir de örnek var raporda. Fethullah Gülen bırakın 4 kadını hiç evlenmemiş bir kişi. Günümüzde birden fazla evliliklere de olumlu bakmayan biri. Dolayısı ile yanlış örnekleme bu hareketi bu açıdan da yanlış gösteriyor. Diğer örneklerde de aynı yanlışların olabileceği düşünülemez mi? Kadın meselesine gelince. Cemaatin kadınları arka plana ittiği gibi bir iddia var. Hiçbir hareket ve cemaat Türkiye gerçeklerinden uzak olamaz. Bu cemaat gerçeğinden ziyade Türkiye gerçeğidir. Bu vurgu yeterince yapılmadı için de ihale Gülen hareketi üzerine kalmış. Bu davranış şekilleri sadece Anadolu’da muhafazakâr kitlede yok, büyük şehirlerde, isminin başında Prof olan kişiler bile bu tür davranış şekilleri görülmekte. En laik yaşam tarzlı kişiler de bile. Şeffaflık meselesine gelince. Her kurum bir vakfı, şirket ve dernek üzerine çalışmakta. Bu kurumların defterleri giriş ve çıkışları teftiş edilmektedir. Başta dediğim gibi Gülen hareketi Sayın Gülen’in düşünceleri etrafında örgülenmiş, her şehirde ayrı ayrı kurulmuş legal kurumlar üzerine hizmetlerini yapan gönüllüler hareketidir. Bununla birlikte neden her bağış yapan göğsünü gere gere ortaya çıkmıyor diyorsanız Türkiye’nin gerçeklerini hatırlatırım. Bu ülkede daha yakın geçmişte bile köfteciler bile fişlenmedi mi? Aslında bu konuda sorgulanması gereken bu hareket değil sistemdir. ‘Gülen cemaatine mensup olmadan ticaret yapmak ve para kazanmak mümkün değil’ tespitinizi ve finans imparatorluğu ifadenizi de biraz abartılı buluyorum. Her ilde bulunan kuruluşların kendi bütçeleri olup Türkiye genelinde ortak bir merkezi bütçe de söz konusu değildir. Raporda ifade edilen gençleri evlendirmek amaçlı defter açma diye bir yöntemi ben hiç duymadığım gibi, çevreme de sordum kimse duymamış. Bunu ifade eden kişi yalan söylememişse münferit bir olay olabilir. Evet, Türkiye’de ötekine tahammülsüzlük ve baskı vardır. Yaygınlığı tartışılabilir ama bu bir gerçektir. Kimlikler ve öteki üzerine olan baskı meselesinin gerçek nedenleri üzerinde durmadan konunun tam anlaşılamayacağı kanaatindeyim. Aslında sorulması gereken soru şudur; neden ülkemizde seviyesi ve yaygınlığı hangi düzeyde olursa olsun böyle bir hoşgörüsüzlük var? Neden kimlikler gizlenmek zorunda kalınıyor? Neden dindarlar, Aleviler, Kürtler ve pek çok kimlikler mutsuzlar. Baskı nereden kimden ve niçin geliyor? Yapılması gereken nedir? Rapordaki bazı cümleler gibi ‘yanlış anlaşılabilecek’ bir cümle de ben söyleyeyim. Raporda yazılanların hepsi doğru olsa bile yıllardan beri laik sistemin dindar insanlara uyguladığı baskılardan ve horlamalarından sonra mukabilinde dindarların uyguladıkları bu baskının çok olmadığı kanaatindeyim. Bahsi geçen bu baskı elbette tasvip edilmez. Eğer hala Anadolu insanı büyük kitleler halinde, aşırı taşkınlıklara girmiyorsa bu insanımızın sağduyusunu ve olgunluğunu gösterir. Aslında işin özü şudur; sizde çok iyi bilirsiniz ki sistem ulus devlet mantığı üzerinden tek tip insan yetiştirme çabasına girdi. Herkesi Türk, herkesi Sünni, herkesi Laik yaşam tarzlı yapmak istedi. Sistem Güneş dil teorisi ve bütün insanlığın Ortaasya’dan göçler ile yayıldığı iddialarıyla bütün dünyayı Türkleştirmek istedi. Bu tutmayınca hiç olmazsa misak-ı Milli sınırları içerisindekileri Türk yapalım noktasına gelindi. İnsanımızın yaşam tarzlarına müdahale edildi. İnançlar ve kimlikler horlandı. Ama tek tipleştirme başarılı olamadı. Ancak toplumun kimyasını bozdu. İşte asıl problem bundan sonra başladı. Bu yaklaşım kimlikleri yeraltına indirdi. Herkes o tek tipe uymayan kimliğini gizlemek zorunda kaldı. Alevi Aleviliğini gizledi, Ermeni Türkçe isim koymak ve gizlenmek zorunda kaldı. Her kimlik içine kapandı. Sonucunda kimlikler yani toplum birbirine yabancılaştı. Bir dönemin merkez medyası da kimlikleri düşman olarak gösterdi. Halkı manipüle etti. Dindar kitle sivri dişli, göbekli, takunyalı, elinde satır olan, devleti yıkmak isteyen, Kubilayların kafasını kesen, yobaz olarak gösterilirdi. Bir takım şer şebekeleri de birbirine yabancılaştırılmış bu kitlelerin arasına fitne attı. Laik yaşam tarzlı kitle, dindarlardan, Sünniler, Alevilerden, öteki berikinden korkar, endişe duyar oldu. Kendimden örnek vereyim. Ben İstanbul’un en laik yaşam tarzlı semtlerinde birinde büyüdüm. Ate bir babanın çocuğu olarak ailemin yaşam tarzı da semtimize gayet uygundu. Bana en yakın çocukluk arkadaşımın Alevi olduğunu yıllar sonra öğrendim. O zamana kadar da Alevilik ile ilgili bir tek müspet bir şey duymamıştım. Çok şaşırmıştım. Benim için bilinmez garip bir şeydi Alevilik. Yıllar geçti aradan. Hala bir araya gelir dertleşiriz. Bana Alevi kimliğinden dolayı yer yer yaşadığı olumsuzlukları anlatır. Bir gün Beşiktaş’ta yaşayan sıkı Kemalist bir ailenin kızına talip olduğunu ancak kendisinin alevi olduğu için kızın ailesinden büyük tepki gördüğünü ve kızı vermediklerini anlatmıştı. Yani sadece dindar kesimin baskısı söz konusu değil. Mahallemizde de pek çok ermeni arkadaşım vardı. Her biri zaman içerisinde sessiz bir şekilde birer birer ülkemizi terk ettiler. ‘Güvercin ürkekliklerini’ hep gözlemledim. Çocuk aklımla bir türlü bu ürkekliği anlayamıyordum. Artık okullarda Alevilik müfredata giriyor, Kürtçe TV yayına başladı, kimlikler üzerinde baskılar azalmaya başladı. Bütün bunlar hep olumlu gelişmeler. Kimlikleri üzerinden baskı altına alınmış, birbirine yabancılaştırılmış hatta birbirine düşman haline getirilmeye çalışılmış bir toplumuz. Her şeye rağmen toplumsal barış adına gelinen noktayı çok olumlu buluyorum. Halkımız bütün oyunlara rağmen büyük çoğunluğu itibarı ile gerekli sağduyuya sahip. Ne Sivas ne Gazi provokasyonları bile milletimizi birbirine düşüremedi. Mevcut hoşgörüsüzlüğün ve ötekine duyulan tahammülsüzlüğün giderilmesi bir günde giderilmesi elbette mümkün değil. Yılların tahribatı söz konusu. Arzu ederim ki konuya bütün yönleri ile bakılsın. Kamil-i mükemmel kişi, oluşum, hareket ve toplum yoktur. Elbette hepinizin hataları olmuştur. El verir ki niyetlerinin toplumu ve sistemi daha demokratik ve insan haklarına saygılı bir hale getirmek olan kişi ve kurumlar el ele versin. Birbirlerini anlama gayreti içerisine girsin. Bu konuda gayret eden oluşumlara, çalışmalara iyi niyetle yaklaşılsın, anlamaya çalışılsın. Bu kadar tartışmalardan ve herkesin bir tarafa çektiği rapordan sonra Sayın Toprak’ın raporu yanlış istikametlere götürmek isteyenlere, anti demokratik Türkiye özlemcilerine de iki çift sözünüz olmalı. Rapordan sonra eksik kalan budur. Bu kitle ile aynı safta gözükmek Açık toplum enstitüsünü rahatsız ettiği gibi Sayın Toprak’ı da rahatsız ettiği kanaatindeyim. Erkam Tufan Aytav GAZETECİLER VE YAZARLAR VAKFI Basın Bölüm Başkanı
<< Önceki Haber Rapor üzerine kopan fırtına Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER