irinci
Körfez Savaşı’nda
Saddam Hüseyin’in saldırısından kaçan 500 binden fazla
Kuzey Iraklı
Kürt,
Hakkâri’nin
Şemdinli ve
Çukurca bölgelerine sığınmıştı.
Kürtler en zor günlerinde
Türkiye’yi yanlarında buldu. Geçici
kamplarda kalanlardan hemen her gün çoğu çocuk 10-15 kişi ölüyordu. Âdeta seferberlik başlatılmıştı bölgede.
Fethullah Erbaş, o sıralar Van Belediye Başkanı idi. Yardımları koordine etti, çadır kampı için gerekli olan her ihtiyacı karşılamaya çalıştı. Mesut
Barzani ve Celal
Talabani’ye bağlı aşiret mensuplarının hafızalarına ‘çalışkan adam’ diye kazındı Erbaş.
Sonra Necmettin
Erbakan’ın teklifiyle
Refah Partisi’nden (RP) Van millet
vekili seçildi. RP’nin
seçim zaferi kazanacağı 1995 genel seçimlerinden birkaç ay önce partide bir grup anneyle görüşmek zorunda kaldı. İşi başından aşkındı. Erbakan Hoca, noter olduğu için ona parti üye kayıtlarını bilgisayara geçirme görevi vermişti. On beş ay önce Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde Ortaklar Karakolu’na yapılan baskında 15 asker ölmüş, 8 asker kaybolmuştu. Sonra askerleri
PKK’nın kaçırdığı ortaya çıkmıştı. Partiye gelip Erbaş’la görüşenler de çocukları PKK’nın elinde olan annelerdi.
Erbaş, o zaman
Meclis’in en
küçük siyasi grubu olarak ellerinden bir şey gelmediğini anlatıp, “Birkaç ay sonra seçimler var. Seçilirsek bakalım,
yardım edelim.” sözü verir. RP Meclis’e 158 vekille girince aileler Erbaş’ın kapısını aşındırmaya başlar.
Şırnak’a il başkanı seçmek için giderken, önce
gazete manşetlerinden başlayan PKK’yla diyaloğunu bir adım öteye götürüp
Kuzey Irak’a geçer. Erleri kurtarmak için Barzani’nin konuğu olur. Kampa gidip PKK
bayrakları altında fotoğrafları yayınlanınca
kıyamet kopar. Türkiye’nin itibarını zedelemiştir çünkü. Hakkında
dava hazırlıkları başlar, ardından Meclis’ten ve partiden
istifa baskıları gelir.
İlk gidişinde PKK’nın iki askeri Kızılhaç’a teslim etmesiyle rahatlamaz. İkinci kez risk alır. 6 askerin daha kurtarılmasına vesile olur. Bu kez PKK ile masaya oturan vekil diye suçlanır. Erbaş, şimdi
İstanbul’da noterlik yapıyor. Suskunluğunu
Aksiyon için bozan Erbaş ile 1996’nın
Ağustos ve
Aralık aylarında yaşananları konuştuk.
-1996’da erleri kurtarmak için Kuzey Irak’a geçmeye nasıl karar verdiğiniz?
Bölgeye daha önceden gidip gelmişliğim vardı. Talabani ve Barzani arasındaki aşiretler arası
çatışmalarda
ateşkes görüşmeleri için 1994’te vekil olarak gitmiştik.
NE DEMİREL GÖREVLENDİRDİ, NE ERBAKAN DUYDU
-Aracı mı oldunuz?
O zaman Talabani-Barzani ve Şeyh Osman arasında çatışmalar vardı. Kimse bunları bir araya getiremiyordu. Erbakan Hoca bir gün, “Sen buralarda nasıl duruyorsun? Her gün bu kadar insan ölüyor bilmiyor musun? İki
Müslüman savaşıyorsa aracı olup kanı durdurman lâzım.” dedi. Eve bile haber vermeden doğru
Diyarbakır’a uçtum. Orada Ömer Vehbi Hatipoğlu ve Fuat
Fırat’la görüşüp bir saat içinde Kuzey Irak’a geçtik. Doğru Şeyh Osman’ın yanına gittik. O zaman Şeyh Osman Talabani için bu dinin dışına çıktı diye
fetva vermiş. Onunla konuştuk. Sonra doğru Çölegalan’a Talabani’nin yanına. On madde sıraladık, kabul etti. Dedi, hoca bizimle ilgili fetvayı da kaldırsın. Döndük, Şeyh Osman olmaz diyor. Ben dedim, sizin adınıza söz verdim. O zaman tamam, dedi. Ateşkesi biz sağlamış olduk.
-
Asker kurtarmak nereden çıktı peki?
Haziranda
iktidar olduk. Refah-Doğru Yol iktidarı. Asker aileleri beni seçimlerden önce de tanıdığı için tekrar geldiler; “İktidar oldunuz. Hadi çocuklarımızı kurtarın.” diye. Ailelerle o gün Refah Partisi genel merkezinde bir
basın toplantısı yaptık. Orada dedim ki, ey
terör örgütünün başı Abdullah
Öcalan, sana sesleniyorum. Bu ailelerin çektiği ıstırabı ve bu annelerin gözyaşlarını durdurman lâzım.
Çocuklarını geri ver. O zaman
Özgür Gündem miydi ne bir gazeteleri vardı. Oradan karşılık manşette geldi: Erbaş gelsin verelim! İlk defa ciddi bir seyrin içine girdik. Başımıza iş aldık, dedim tabii ben (gülüyor). Bunun üzerine aileler yakamıza yapıştı; “Sen bize söz vermedin mi? Bak gidersen vereceklerini söylüyorlar.” diye. Arada kaldım tabii.
-Erbakan’nın tavrı ne oldu bu durumda?
O hadisede hocanın hiçbir şeyi olmadı. Partide
yönetici değil, sadece milletvekiliydim. PKK ile görüşme partinin yıpranmasına sebep olacaktı. Hiç bırakır mı gideyim?
-Nasıl gittiniz o zaman?
O sırada
doğu bölgesinin sorumlusuydum. Şırnak’ta il başkanı seçimi vardı. Oraya giderken aileler yine geldiler. Valla ben dedim, Şırnak’a gideceğim, sizinle ilgilenemem. Onlar benden önce gitmişler Şırnak’a.
Basın da orada tabii.
-Bu arada
Demirel’le ilginç bir
telefon görüşmeniz var. Sonradan sizin için Demirel gönderdi deniyor mesela?
Havaalanındaki hadise çok önce oldu. SHP,
ANAP ve DYP milletvekilleri ile
uçak bekliyoruz. Dediler ki, seni
cumhurbaşkanı arıyor. Bazen vekil
arkadaşlar şakalaşır, işletirler bizi. (İçişleri Bakanı arıyor falan diye. Ha anlarız ki hanım arıyor.) Ya dedim, hadi
içişleri bakanını anladık da, cumhurbaşkanı da ne oluyor? İşletmeyin beni. Meğer ciddiymiş. Demirel, belediye başkanlığımdan beri beni biliyor. Ama telefonla konuşacak kadar samimiyetimiz yok. Telefonun düğmelerinden birine bastık: “Alo efendim.” Tabii ahize dışarıya ses veriyor. Yanlış basmışız. Demirel, ailelerden bahsediyor. “Gözlerinden öperim, ilgilenmişsin. T
eşekkür ederim.” mealinde sözler söylüyor. Hava alanında milletvekilleri şahit oldu konuşmaya. Hadise gelişince herkes, Erbaş’ı zaten Demirel görevlendirmişti, dedi.
BU DİL BENİ ÖYLE HALLERE SOKTU Kİ...
-Sonra Şırnak’a gidiyorsunuz...
Yola çıkıyoruz ama. Ne hocanın, ne sayın cumhurbaşkanının haberi var. Bir tek beni bağlayan seçimden birkaç ay önce verdiğim söz var. Bu dil beni öyle hâllere soktu ki.
-Partiden tepki gelmedi mi hiç?
Bir vekil ailelerle ilgileniyor. Onlar da başımız ağrımıyor Fethullah uğraşıyor asker aileleriyle diye bakıyor. İhale etmişler zaten. Aileler her yere müracaat etmiş,
Cumhurbaşkanlığı dâhil. Cevap alamamışlar.
-Şırnak’tan nasıl geçtiniz Kuzey Irak’a peki?
Cizre üstünden. Basın toplantısında, “Sivil
toplum örgütleri var. İHD, Mazlumder vs. Nerede bunlar? Niye bu iş bir milletvekilinin üstüne kalıyor?” demiştim. Mazlumder Başkanı
İhsan Arslan, şimdi milletvekili. Benim bu çağrımı duyunca etkilenmiş. Demiş biz bu vekili yalnız bırakmayalım. O da katıldı. Ben
Şivan’a (tercümanı) telefon açtım. Benim
Kürtçem yok. Bunlarla nasıl konuşacağız. Gel Şırnak’a dedim. Ailesine, çocuklarına bile haber vermeden geldi. Ben de çocuklara dememişim. Çünkü Şırnak’a il kongresine gidiyorum.
Habur Kapısı’na yöneldik. Yanımızda aileler, önce Zaho’ya ondan sonra Dohuk’a gittik.
-Orda sizi karşılayan olmadı mı? Nasıl biliyorsunuz gittiğiniz yeri?
Şırnak’tan telefon açtık Barzani’nin Türkiye’deki temsilcisine. Sizin tarafa geçiyoruz. Bunu bildir dedik. O da bildirmiş. Girişte bizi karşıladılar. Dohuk’a vardık. Orada büyük bir otele yerleştirdiler. Bir gün, iki gün, üç gün... Ne gelen var, ne giden. Dışarı çıkalım dedik. Temsilciliklerinin
Erbil’de olduğunu söylediler. Oraya gittik. Temsilcilik Amed’de dediler. Bir gün de orada kaldık. Bunlara dedik arkadaş bak; siz bize basın yoluyla haber vermişsiniz, hem de kaçıyorsunuz. Biz askerleri almaya geldik. Ertesi sabah dediler ki senin adamların Zap’ta kampta. Dedik nasıl olur? Onlar Dohuk’ta, Zap dediğin uzaktır, Çukurca’nın güneyinde. Nasıl gitmişler oraya?
-Aileler mi gitmiş?
Evet, biz ayrıldıktan sonra bir grup gitmiş yanlarına, çocuklarınızı size göstereceğiz.
Gazeteciler, aileler. O zaman 20-25 kişilik gazeteci grubu var orada. Bizim sözümüz, onların ayağına gitmek değil. Bizim planımızda bu yok. Dohuk’a getirecekler askerleri, alıp geri döneceğiz.
-Kim götürmüş aileleri kampa?
Biz çıkmışız, bir grup PKK’lı aileleri alıp dağa kamplara götürmüş. Yanımızdakiler de bize, abi senin adamların kampta çocuklarının yanında, diyor. O zaman ailelerle, çocukları burada bekleyelim, dedik. Burası çok ters, gelemez bizimkiler, dediler.
Kartal yuvası gibi bir yer Amed.
PKK’LILAR BENİ ÖCALAN’MIŞIM GİBİ KARŞILADI
-PKK temsilcileriyle çıkıyorsunuz yani?
Gittik, orada bir kulübe yapmışlar. Bekle bekle; gelen giden yok. Haberleşme imkânı yok mu kampınızla dedim. Dediler yok, ancak kampa gider görüşebilirsiniz. Bize iki
katır bir eşek verdiler. Katır uçurumun kenarından gidiyor. Dedim düşeceğim, paramparça olacağım. Bu tarafa sürüyorum. Hayvanın umurunda değil. Sağa çekiyor, bildiği yerden. Bizi uçuracak. İndim aşağıya. Ben yürüyeceğim. Sporcuyum, kondisyon iyi. PKK’lıya dedim bin katıra sen. Abi dedi ayıp olur. Ben yaya onlar katır sırtında gittik kampa. Saatlerce yürüdük. Ağustosun ışığı gözümüze vurmuş. Buyurun dediler askerlerin yanına götürelim sizi. Zannediyoruz ki bizim
esir askerlerin yanına götürecekler. Daha elimizi yüzümüzü yıkamadan vadinin içine götürdüler. Beş yüzün üstünde
silahlı adam. Hepsinin elinde kaleşnikof. Oraya vardık. Dikkat, dediler. Ya n’oluyoruz dedim, biz nereye düştük?
-PKK kampı olduğunu bilmiyor musunuz?
Rıza diye bir PKK’lı var, onların
komutanıymış. (PKK-ARGK Kamp Komutanı Rıza Altun’u kastediyor) Dört tane daha komutan vardı. Biri Murat
Karayılan. Ben tanımıyorum ki. Orada herkes sarıldı öptü. Sonradan bir fotoğrafımız çıktı. Beni öpenin Karayılan olduğunu öğrendim gazetelerden. Kampa girerken karşıladılar. O hengamede elime pat diye bir
mikrofon verdiler, dediler bunları
selamla.
Milletvekilisin, önde kadınlardan oluşan 500 kişilik bir grup. Silahlarla hazır ol vaziyette. Ben onlara merhaba diyeceğim. Aynen bir seremoni yani. Onlar da sağol diyecek. Bütün basın orada. Ne desem battım. Merhaba asker desem, diyecekler PKK’ya gitti selamladı teröristleri. Gerilla desen, bütün dünya diyecek Türk meclisinden bir vekil bunlara gerilla dedi. Yani ne desen zımni bir tanıma anlamına gelecek.
-Ne dediniz peki?
Elimde mikrofon birkaç saniye içinde yüzlerce ihtimali kafamdan geçiriyorum. Ne yaparsak, ne olur diye… En sonunda aklıma bir şey geldi; kurtuluş
İslam’da. Durdum, esselamün aleyküm, dedim. Tam bir
soğuk duş oldu. Esselamü aleyküm,
Allah’ın selamı üzerinize olsun. Başka bir şey diyemem. Onlar da merhaba asker falan bekliyor. Dediler, Fethullah bey bu
tören bu kamp tarihinde iki sefer yapıldı. Biri sana biri de Öcalan’a. Ama sen bu töreni mahvettin. O işi öyle atlattık.
-Sonra ne oldu?
Sonra aldılar bizi götürdüler, istirahat edeceğimiz bir yere. Ağustos sıcağında girecek gölge arıyoruz.
Karanlık bir mağaraya götürdüler. Küçük küçük adımlarla yürürken ayağıma yumuşak bir şey değdi. Kilim veya
battaniye gibi, dedik oturacağımız yer burası. Ortam serin de olunca hemen ceketimi, çoraplarımı çıkardım. Üç dört dakika geçti, gözlerimiz karanlığa alıştı. Gazeteciler de başladılar kamerayla çekmeye. Dedim çocuklar ne oluyor? Taş devri mağarası mı çekiyorsunuz? Ya ne taş devri, dediler arkana bak. Ben de taşa dayamışım sırtımı, baktım bir şey yok. Havaya bak dediler. Kırmızı bayraklar tepemizde sallanıyor. PKK bayrağıyla poz verdi meselesi buradan başımıza bela oldu. Aslında onlar da görmedi ilk önce. Hiç kimse görmedi. Daha önceden asılmış oraya. Mizansen mi hazırladılar bilmiyoruz. Fotoğraflar çekildi. Basında bütün imajım sıfırlandı. PKK bayrağı altında yan gelmiş poz veriyor oldum. Onunla hatırlandım uzun süre.
PKK’LILARA AĞZIMA NE GELİYORSA SÖYLÜYORDUM
-Askerleri alamamışsınız ilk seferde. O zaman selam vermediniz diye, kızıp mı vermediler?
Bilemiyorum.
Yemek getirdiler. Yedik yemeği. Dedim, hadi askerleri alalım.
Anneleri bir araya getirdiler. Analar, ağabeyler, kardeşler birbirine girdiler, sarmaş dolaş. Herkesin gözü yaşardı. On beş aydır öldü biliyorlar. Dedim, bunlar kavuştu ya her şeye değer bu. O karşılamadan sonra verecekler diye bekliyoruz. Bir iki saat geçti. Komutanlar, Fethullah bey sizinle ayrıca konuşacağız dedi. Ama kampta herkes
Türkçe konuşuyor. Telsizlerden bile. Ya
babam siz Kürtsünüz, niye Kürtçe konuşmuyorsunuz, diye dalga geçtim hatta. Herkes Kürtçe bilmiyor.
Almanya’dan, İstanbul’dan gelenler var; biz de Türkçe konuşuyoruz dediler. Silahlı
militan kızlar çevirdi etrafımızı. Sizin ne işiniz var bu dağ başında, dedim. Kadınlığınıza bin şahit ister. Gidin evinize. Dediler biz erkeklerden daha faydalıyız. Biz olunca erkeklik damarları kabarıyor. Cesaretlendiriyoruz, savaşıyorlar böylece. Sonra oturduk komutanlarla. Biri başladı anlatmaya. Serok diyor ki, bu kamuoyunda yeterince ses getirmedi. Onun için sadece anneleri gelen askerleri vereceğiz. Serok, Öcalan’mış.
GAZETECİLERİN ÂLEM PARASINI BARZANİ ÖDEDİ
-Pazarlık yapıyorlar yâni.
Dedim ne diyorsunuz.
Sinirlerim bozuldu. Her taraf silahlı adam dolu. Ağzıma ne geliyorsa söylüyorum; şerefsizler, namussuzlar, haysiyetsizler... Siz nasıl söz verir, buraya kadar getirirsiniz bizi de askerleri geri vermezsiniz. Bu ne Kürtlüğe sığar, ne aşirete, ne Müslümanlığa, ne insanlığa. Diyorlar, abi bağırma. Allah korusun bunların içinde deli var, ateş eder biri seni vurur. Ama sinirlerim yatışmıyor. Gazetecinin biri tutturmuş gideceğim. O anda restleşme oldu. O arada dediler; gelmek sizin iradenizle, ama buradan gitmek bizim irademizde.
-Siz de rehin oldunuz yâni?
Değil ama... Tak dedi mi kafama. Ya bunlar zaten 8 askeri rehin etmişler. Biz de gittik mi buraya. Yirmi beş gazeteci, milletvekili ve analar da orada. Neyse Şivan girdi araya (tercüman) restleşmeyi falan yatıştırdı. Ama ben eyvah dedim. Çok büyük hata yaptık. Şimdi 25 gazetecinin vebalini nasıl vereceğiz. O bir tarafa, analar da var. Bir süre geçti. Münakaşa vs. Sonunda çıkacağız. İsteyen gider, istemeyen gitmez dediler. Tabii bir
senaryo daha hazırlanmış, haberimiz yok. Esir erler demişler, giderseniz bizi bir daha göremezsiniz. Bizi öldürecekler. Siz burada kalırsanız, merhamete gelir, bizi bırakırlar. Dönüşte asker aileleri gelmedi mi? (İki anne, diğerlerinin ağabeyleri) Zar zor ikna ettik onları da. Babası ve abisi olanları vermediler. Annesi olan iki kişiyi verdiler.
-Onları da size vermiyorlar. Kızılhaç kamplarına kadar götürüp serbest bırakıyorlar?
Tabii tabii. Onları da bir yere götürüp bırakacağız dediler. Gelirken o kadar canım sıkkın ki. Dönüşte ata bindim. Uçurumun dibinden gidiyor. Umurumda değil. Ben bitmişim diye bakıyorum. İki
araba tutmuştuk, onlara ulaştık. Döndük geldik Dohuk’a, otelde kaldık.
Sabah hesabı ödeyeyim dedim. 56 milyar dediler. “Ben kalmışım 2 gece. 10 kişi misafirim olsun, asker aileleri.” Öyle değil, gazeteciler de var. Tamam onlar da olsun.
Vali geldi, anlattık
hesap fazla diye. En fazla ne tutmuş? Dediler
içki. Türkiye’den kaçak geliyor. Meğer gazeteci arkadaşlar bir güzel içmişler
akşamları. Her yemeğin faturası bize kesilmiş. Para yok. Kefille göndereyim dedim. Bir müddet beklediler. Barzani’ye telefon etmişler. Fethullah bey bizim misafirimiz, tamamını biz ödüyoruz, demiş. Jest yaptı. Gazetecilerin attığı 56 milyar liralık kazığı sildiler. (gülüyor)
-Döndünüz. Manşetlerdesiniz, PKK bayrakları altında. Ne oldu?
Sonuç yok. İki asker var. Kızılhaç’tan sonra geldiler bizimle, sınırda ordu aldı. Peşmerge elbiselerini çıkartıp, asker elbiselerini giydirdiler. Ama gayretimiz başarısızlıkla sonuçlanmış. Allah o günleri bir daha yaşatmasın diyelim. Geldik
Ankara’ya.
KİMSEYLE KONUŞMAYACAKSIN
-Erbakan Hoca ne dedi?
O zaman
Mustafa Kalemli Meclis başkanı; derhal istifa edeceksin, dedi. Niye istifa ediyorum, dedim. Basında ne yazıldığından tam haberimiz yok tabii. Dedi, Türk parlamenterinin terör örgütüyle temasta olmasını biz kabul edemeyiz. Seninle aynı çatı altında olmak istemeyiz. İyi dedim, ses etmedim. Geldik partiye. Doğu milletvekilleri,
batı vekilleri. Mesafeli duruyor. Aramızda
duvar var sanki. Şevket Bey (
Kazan) geldi. Dedi, gel yukarı çıkalım. Kimseyle konuşmayacaksın. Beyanat vermeyeceksin. Sen kötü bir şey yapmadın. Adalet bakanı. Moral verince, nefes aldım.
-Partili arkadaşlarınız ne diyor bu duruma?
Grup toplantısında bir milletvekili çıktı kürsüye. Dedi içimizdeki Lawrence’lar böyle böyle yapıyor. (Bekir Sobacı) Dışarıdan atılan taş, kurşun tamam. Ama partiden de gelince, Allah Allah dedim. Arkadaşların bir kısmı beni böyle vasıflandırıyor. 158 kişinin büyük kısmı sessiz. İstifa baskıları geliyor. Kaçacak delik arıyorum. Türkiye’den gideyim. Almanya ziyareti çıktı o arada. Çıktım gittim. On gün sonra
Fethullah Erbaş kaçtı diye yazı yazmış bir gazete. O kadar zoruma gitti ki. Aynı gün biletimi aldım, geri döndüm. Bir müddet sonra olaylar Öcalan’ı da sıkıntıya sokmuş. O günden sonra dağa uzun süre kimse çıkmamış. İç yüzleri ortaya çıkmış halkın gözünde. Baktım yine manşetler. Yanlışlık oldu. Hepsini vereceğiz, yine gelsin. Aileler her Allah’ın günü geliyor.
-Ne dediniz ailelere bu sefer?
Dedim, bu kez Dohuk’un ilerisine geçmek yok. Gittik. Bu sefer gidişimizde dersimizi almışız. Bu arada asker aileleri bir daha gitmişler. Dohuk’ta perişan olmuşlar. Ne
yiyecek var, ne yatacak yer. Kader birliği yaptık. Hepsiyle tanışıyoruz. Kuzey Irak’ta ev tuttuk bir müddet. Bu sefer dediler, gelsinler sınırda teslim edelim. Dohuk’tan öteye gitmem. Dediler, Barzani ile PKK’nın arası yok. Siz gelin Dohuk’un dışında bir dağ var. Oraya getirdiler kalan 6 askeri.
Çadıra girdim. Oraya da bayrak asmışlar.
-Yine PKK bayraklı poz mu verdiniz yoksa!?
(Gülüyor) Akşam namazını kılarken çadırın arkası aralandı.
Namaz kıldığımız yerde bayraklar varmış.
Milliyet’ten bir gazeteci beni onlarla bir edip, PKK bayrakları yanında namaz kıldı diyecek. Fotoğrafı çekmiş. Diğer gazeteciler uyardı. Bayrak başımıza dert olacak. Neyse konuştuk, ondan aldık filmi, yıkattık. İkna ettik arkadaşı, o yayımlanmadı. Askerleri alıp annelerle geldik sınıra. Bu sefer sözümüzü tuttuk.
-O zaman ne vatan hainiyim, ne kahramanım demişsiniz. Sonra susmuşsunuz. Şimdi 10 yıl geriye bakıp, yaptıklarınıza ne diyorsunuz?
Vatan haini deyimini kimse üstüne almaz. Bu işi iyi niyetle yaptık. Bizim de evladımız olabilirdi onlar. Birilerinin elinden bir şey geliyor da yapmıyorsa onun da vebali var.
Kahraman falan da değilim. Sonuçta sözümü tutan bir insanım. Zaten söz verdim diye girdim bu işin içine.
Çanakkale’de dayım şehit olmuş.
İstiklal Savaşı’nda dedem milis komutanı, Fethullah Erbaş. Ruslarla, Ermenilerle savaşanlar bizimkiler. Dokuz ay
İran’da savaşmışlar.
Adana’da Fransızlarla çarpışmışlar. İçlerinden benim gibi biri çıkıp vatanına
ihanet etmez.
O HABERLERİN HEPSİ ANDIÇ
-Şemdin
Sakık’ın ifadelerinde de suçlandınız sonra. RP’den
mesaj götürmüşsünüz; biz İslam ümmetiyiz, sınır yok bizde diye.
O haberlerin hepsi andıç işte. Bir kere ben
Şemdin Sakık ile görüşmedim. Sonradan ortaya çıktı bu iddia. Böyle bir şey yok. Mümkün değil. İslam’ı savunuruz ayrı. Müslümanlar kardeştir deriz. Şahsi görüşümüz. Ama mesaj vs. yok öyle bir şey.
-Görevlendirme de mi yok?
Yok, ne görevlendirmesi? İkincisi RP niye böyle bir şey desin, dedirtsin? Ama bu haberi yapan gazetelerin yayın yönetmenlerini aradık. Niye böyle yaptınız? Dediler, sıkıştırma bizi. Haber kaynağımızı söyleyemeyiz. Olmayan bir şeyin kaynağı olur mu? Haber aynı anda Sabah ve
Hürriyet’te çıktı. 28
Şubat, malum süreç içindeyiz. En sonunda
Çevik Bir yazdırdı dediler. Biz de mecbur kaldık. Ne yapalım? Sonra
Nazlı Ilıcak bu andıçların üstüne gidelim dedi.
Recai Kutan’a anlattım. Benim üstümden partiyi yıpratmaya çalışıyorlar. Buna girmeye gerek yok, dedi.
Ordu yıpranır. O zaman millet kaybeder. Parti şimdi zarar görür belki, ama ordu yıpranmasın. O yüzden üstüne gitmeyeceğiz dediler. Nazlı Ilıcak Hanım andıçları deşifre edelim dedi. Reddedince beni de grupta korkaklıkla suçladı. Genel başkan öyle diyorsa ne diyeyim. Velhasıl, ilk andıç bizimkisiydi yani.
ERLERDEN BİRİ FİRAR EDİNCE PKK’NIN ELİNE DÜŞMÜŞTÜ
Altı askeri PKK’dan aldıklarında Erbaş en zor anını orada gelmek istemeyen bir asker yüzünden yaşamış.
Samsunlu bir asker, ben dönmeyeceğim diye tutturunca Erbaş, ona memleketini sormuş. Samsunlu olduğunu öğrendiği askere sormuş: “Sen Kürt müsün?
Hayır Samsun’luyum. Niye gelmiyorsun? Beni firari diye kaydetmişler gidersem asarlar beni.” Bunu duyunca beynine kan sıçrayan Erbaş iki tokatla askeri PKK’lıların önünde hırpalamış. Asker de ikna olmuş. Sonradan askerin baskından sonra keşfe çıkan bir takımdan, ayağındaki nasır yüzünden ayrıldığını ve bir mağaraya sığınarak PKK’lılara esir düştüğünü öğrenmiş. Komutanlar da çatışmadan sonra kaçtığını düşünüp firari yazmışlar. PKK’nın elinden 18 ay sonra kurtulan bu ere askerliği tamamlattırılmış.
TEZKERE GEÇSE ABD, KERKÜK’Ü BİZE VERECEKTİ
-Terör sorunu nasıl çözülür?
Türkiye’nin bugüne kadar izlediği politikalar var.
Osmanlı dönemi Celali isyanları var. Çözüm önerim şu: Öncelikle buradaki halkı hiçbir zaman Türkiye’den ayrı görmeyeceksin. İçine alacaksın. Başkalarına sorunu
havale etmeyeceksin.
-
Amerika’nın planları var? Koordinatör atandı.
Baba
Bush ile
Özal’ın dostlukları çok iyiydi. Özal, birinci savaştan sonra
Kerkük’e kadar girelim, demişti. Torumtay Paşa karşı çıktı malum. Türkiye Kerkük’e kadar girecekti, ABD de izin verecekti. Ama bu proje bombalamayla sınırlı kaldı. Şimdi ABD şöyle diyor: ‘Ben burada Kürt devleti kurdum, ama Araplar, Türkler, İranlılar herkes düşman.
Nefes alıp veremez. İzolasyona uğrar. Biz ne yapalım, Türkler Kürtler iyi anlaşıyor. Türklere Musul’u, Kerkük’ü yem olarak kullanayım. Kürtlerle federasyon yaptırayım. Özal döneminde diyor ki gir içeriye al bunları, senin kucağında patlasın. Baba Bush ile Özal’ın anlaşmaları da buydu. Biz nasıl kırmızı pasaport veriyorduk Barzani ve Talabini’ye. Diğer ülkeler de kabul ediyordu. ABD Saddam’ı halletmedi, planlar suya düştü. Bir de ne olduysa
TBMM’de son tezkerede oldu, bu işin tekerine çomak sokuldu.
-Irak’a ABD ile girilse ne olurdu?
Tezkere geçse şu olurdu. Türk ordusu Kerkük’e kadar oradaydı. Bizim istihbarat teşkilatının yerleri var. Bu bölge bizim kontrolümüzdeydi. Tezkereden sonra ABD’liler değişti. Baba Bush oğluna kuzeyi sağlama alın, güneydeki Şiilere de Türkmenleri kullanarak ulaşın, bölgeyi yumuşatın demişti.
Plan tutmadı. Bu kez ABD, Türklerin yerine Kürtleri kullanmaya başladı. Türkiye girmek istedi ama iş işten geçti.
-Şimdiki plan ne?
Ben Türk-Kürt federasyonu kurdurursam, Arapların hepsi Türklere düşman olacak diye düşünüyorlar herhalde. Kimse
İsrail’e karışmayacak böylece. İsrail rahatlayacak. Halen de bu plan devam ediyor. Türkiye’nin genetiğini biliyor, Batı. Bam tellerimizi bulmuşlar.
Mersin’deki bayrak hadisesi niye çıktı?
Şemdinli’den önce 15 kişilik
yabancı grupla
Yüksekova’da karşılaştık.
Sosyolog,
psikolog... Hadise olacak, ona geldik dediler. Halkın sosyal haritalarını çıkarmışlar. Türkiye askerî çözümle, silah gücüyle bu bölgeyi dize getiremez. Efendim bu PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta
operasyon yapacağız. Saddam döneminde her gün oradaydık. Zeli kampı hadisesi var. Biz sinekle dövüşüyoruz. Onlar da seyrediyor. Oralarda 250 bin askeri zora sokar, bir sonuç almadan dönersiniz. ABD ve Batı arkasında. Bu işin hep kaşınacak şekilde durmasını isteyen güçler var. Biz kendi insanımıza dönelim.
-Ağar’ın çıkışını nasıl değerlendirdiniz?
Mehmet Ağar’ı iyi tanırım. Kendisi Zaza’dır, bildiğim kadarıyla. Herkes onu Türk milliyetçisi bilir. Yeni bir misyon üstlenmek istedi herhalde. Bölgede İslam kardeşliği ve din üzerine çözümler üretilmeli. Kürdün Türkle, Türkün Kürtle sorunu yok.
Problem yönetimde. 1000 sene birlikte olmuşuz. Etle tırnak gibiyiz, artık
ayrılık olmaz.
Fatih Uğur