Evet, daha önce yazdıklarımdan tabii ki çok daha farklı. Şiirde nasıl sözcüklerin, mısraların arasından bir duygu süzülür, biraz öyle bir şey ortaya çıktı. Benim duygu anlarım olduğu doğru ama kronolojik asla değil, Geçmiş anılarımız bize kendilerini zamandan bağımsız hatırlatır.
Nasıl şekillendi bu fikir?
Kitabın girişinde de var, kedimin sabahın seher vakitlerinde onun için aralık bırakılmış pencereden odaya ‘pıtt’ diye atlamasıyla. Her gün olan o duygu, yataklarımıza girmesi, benim onu okşamam, sıcaklığı, mırmırları. Benden başka kimsenin bilmediği, hissettiği şeyler değil bunlar. Ben öldüğüm zaman artık yoktur o duygu. O duygu anlarını paylaşmak, hiçliğe karışıp gitmelerini engellemek istedim. Eski bir istek ama ancak kaleme geldi. Hepimizin milyonlarca anısı var, zaten süzüle süzüle yüz tane belki kalıyor. Bu bir duygu hafızası diyebiliriz.
Komutan çocuğu olduğunuz için sizi kıskanan çocukların çekirgeyle tehdit etme anı çok gerçek mesela, dün yaşanmış gibi.
Çocuklar beni kendilerinden olmayan, üstten biri olarak görüyorlardı. Çekirge anı bunu kavradığım ilk deneyim. Sonra da hayatım öyle görünmemeye çalışmakla geçti.
Kitabın açılış hikâyesinde babanızdan da bahsediyorsunuz. Askerlikle beraber çocukluğunuzun geçtiği yerler, dağlar. Sınıfsal ayrımla, kimlik farkını ta o günlerde sorgulamaya başlamışsınız.
İnsan yaşlandıkça geriye ve çocukluğa daha fazla dönüyor. Çocukluğumdan itibaren çok sorguladım. Benim hem ailem hem gördüğüm eğitimde ‘Her şeyden sen sorumlusun’ fikri aşılanırdı. Bizim okulda her sabah tahtaya ‘Dünyadaki her şeyden sen sorumlusun’ yazılırdı. Sanırım ikisi birleşince bende sorumluluk ve suçluluk duygusu yarattı bu. Çocukluğunuzda farklılıkları, ayrımları, kimilerinin daha yoksul, daha ezik olduğunu görüyorsunuz ama farkındalığınız olmuyor. Gördüğünüz şeyin ardındakini anlamıyorsunuz. ‘Niye ben böyle iyi giyimliyim de bu çocukların ayakkabıları yırtık, paltoları yok? Öğretmen niye beni azarlamıyor, elime cetvelle vurmuyor da onlara kötü davranıyor?” Bu soruları soruyorsun kendine. Çocukken cevabı henüz bilmiyorsun ama için eziliyor, eksikleniyorsun. Kimlikler sorunu da böyle. Ben solda mücadele etmeye başladığımda Kürt meselesini sınıfsal bir temele oturttum, emek sömürüsü, feodalizm baskılar üzerinden okurdum. Ekonomik indirgemeci bir yaklaşımdı bu ve geleneksel solun bütünsel bakamamasının ürünüydü. Bu okumanın yetersizliğini, kimlik boyutunu geç kavradım. İnsana siyasi-ideolojik çerçevenin dışından bakabilmek, ötekileştirdiğimiz insanla empati ve duygudaşlık kurabilmek çok sonra gelişti. Ben bizim toplumumuzdaki kötülüklerin, gaddarlıkların, ötekileştirmenin, cepheleşmenin insanların kötülüğünden ya da siyasi hasımlaktan çok, insan sıcaklığını, insanın acısını unutmaktan ve asıl farkındalık eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Çünkü insan insana ulaşıp onun iç dünyasını, acısını, yarasını fark ederse düşünmeye başlar, duygudaşlık geliştirirse artık düşman olmaz.
Dersim harekatıyla babanız arasındaki bağ da kitapta var.
Evet, zor bir yüzleşme ânıydı. Babamı hem çok severdim hem çok insan bir adamdı. Bir katliamda dolaylı da olsa payı olabileceğini düşünmek, yıkıcı bir duyguydu. Şimdi bakıyorum da kimi kesimler Dersim meselesi gündeme gelip geçmişimizle hesaplaşma zorunluluğu doğduğunda bunu kendi partilerine, kendi ideolojilerine veya değerlerine saldırı olarak algılıyorlar. Ben de babamseverdim, değer verirdim. Ama Dersim’le yüzleşmekten alıkoymaz bu beni. İnsanın sevdiğini temize çıkarma isteği oluyor. Önce reddediyorsun, sonra gerekçe arıyorsun. Hâlâ bilmiyorum, babam fiilen harekatın planlamasına katılmış mı, katılmamış mı? Doğrudan olmasa da suçta dolaylı payı var mı? Babamı tam temize çıkaramadım ama tam da suçlayamıyorum. Dersim’i zaptı rapt altına almak, Sünnî Türklük üzerinden asimilasyona uğratmak siyaseti güdülen bir dönem. Mesela Atatürk’ün de ‘Gidin orada çoluk çocuk öldürün.’ dediğini hem düşünmüyorum ama, resmi bölgelerden de bildiğimiz kadarıyla bölge halkının “tedip ve tenkil” edilmesi emri verildikten sonra, böyle bir “çözüm(!)” planlamış olan bütün kadroların sorumluluğu vardır. Gerçekler ortaya çıkarılıp mağdurlardan özür dilenmedikçe bu yara kapanmaz.
Siz kuşaklara ve yıkılan rejimlere de tanıklık ettiniz, 1968, 1978, 90’lar... Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra yaşananlar, Çin’de elinizdeki muz kabuklarına talip olan dilenci...
Berlin Duvarı’nın hepimizin üstüne yıkılışını, o büyük fırtına günlerini Elvada Alyoşa kitabımda yazdım asıl ama bütün kitaplarıma serpiştirilmiş olarak vardır o anlar. Dışardan, hele de Batı’dan bakıldığında o günlerin dramını anlayamazsınız. Evet, keşke bu tanıklıkları yaşamasaydım. Düşünün, en az üç kuşak, savaşsız, sömürüsüz, daha iyi bir dünya kurulsun diye, insanlığın kurtuluşu için ömrünü harcamış. Sonra varılan noktada insanlar bir muz kabuğunu, çöpü kapıyor elinizden yemek için. O sefaletin, işçi devrimi diye anılan bir ülkede olması çok acı. İnsan ‘Her şey boşuna mıydı’ duygusuna kapılıyor.
Doğu Almanya’dayken aldığınız telefonla Türkiye’de darbe olduğunu öğreniyorsunuz ve 12 yıllık sürgün başlıyor. Döndüğünüzde nasıl bir ülke buldunuz?
Tabir edilir ya, don gömlek çıkmışsın, çocuğun bir yaşında değil ve 3 gün için annene bırakmışsın ve 12 yıl dönemiyorsun. Döndüğümüzde şehir çok değişmişti, yapılaşma, nüfus birkaç kat artmıştı. “Nasıl buldun?” diyenlere, “Çok güzel, çok büyük bir köy” dedim. Yalnız şöyle bir şansımız oldu, çevremizi dağılmış bulmadık. Arkadaş çevremiz devam edebildi. Bu son derece önemli.
Yıllarınızı siyasal mücadele içinde geçirip bu kadar tanıklık ettikten sonra ne hissediyorsunuz?
Beş-altı yıl öncesine göre bile daha umutsuzum. Bunun benim yaşımla ilgili olup olmadığını bilmiyorum. Gidişat beni ülkenin yakın geleceği için umutsuzlaştırıyor. Bu geçiş sürecini kötü geçiriyoruz. Kötü yönetildiğimizi düşünüyorum, ahlakî olmayan bir şeyler var bu ülkede. Ahlakî diyorum, siyasi bile değil. Onun için ben hakikaten kötümserim. Gençlere biraz ‘ne olacak sizin haliniz?’ diye bakıyorum. Biz bütün hayatımızı bu işler böyle olmasın diye çalışarak geçirdik. Özel hayatımızı, mesaimizi vakfettik. Sonra bir yere varıyorsunuz ve bütün o yaşadıklarınızın, bütün o mücadelenizin hiçleştiği bir an oluyor: Umutsuzluk anı. Umut tükendi mi insan tükenir.
Geçiş sürecinden kastınız ne?
Aslında bunu söyleyince eski mahallem de bana çok kızıyor ama eski rejim ve ideoloji çöküyor. Bir yüzyıl aynı şeyleri baskıyla vesayetle korumaya çalışırsanız, toplumsal değişimin önüne set çekerseniz o rejim dayanamaz. Tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi. Geçmişten devralınan olumlu değerleri geliştirerek ama toplumu cendere içinde tutan baskıları aşarak bir yere varılabilir. Ben cumhuriyetçiyim, 1923 Cumhuriyeti’nin ulus devletin kuruluş döneminde belki de kaçınılmaz olan ama artık değişmesi gereken siyasal-ideolojik kısıtları yanında çok olumlu değerleri, uygulamalaır olduğunu da düşünüyorum. Olumlu değerlerini demokrasi ile, daha fazla özgürlük, daha fazla adalet, eşitilkle geliştirip zengileştirebilseydik, bugün çok farklı bir yerde olurduk. Vesayetçi-darbeci bürokatik oligarşinin, Cumhuriyet elitistlerinin geniş halk kitlelerini toplum ve siyaset dışına iten ideolojik zihniyetinin, farklı kimlikleri asimile etmeye çalışan teksi siyasetlerinin sonucudur bu dönemde yaşadığımız çalkantılar. Herkesin eşit vatandaş olduğu, örtünen ya da örtünmeyenin, Sünnînin Alevinin, Kürdün Türk’ün, bütün inanç ve etnisitelerin birbirinin üzerinde baskı ve üstünlük kurmadığı bir sisteme doğal akış içinde geçemedik. Şimdi de yeni muktedirlerin zorlamalarına ve toplumu kendi bildiklerince, kendi çıkar ve inançları doğrultusunda dizayn etme çabalarına maruz kalıyoruz. Bunca yıldır toplumda nefretin bu kadar yaygınlaştığını, bu kadar derin fay hatlarını ben hiç yaşamadım.
Sizin gibi düşünenler uzaydan sesleniyor gibi. Bir sağduyu çağrısı yapılamaz oldu.
Yapılsa da gürültü patırtı arasında kimse duymuyor. Cepheleşme bu kadar derinleştiği zaman kulaklar, yürekler sağırlaşır. Aslında benim gibi, sizin gibi düşünenler az değiliz ama hem örgütsüzüz hem de kendi mahallemizin baskısından çekiniyoruz. O yüzden sağduyuda birleşip ortak ses veremiyoruz..
Bu dönem diğer dönemlere kıyasla daha mı kötü?
74 yaşındayım, ben böyle bir dönem yaşamadım. 68’e ‘umut ve masumiyet çağları’ derim. 70’lerde de çatışmalar, acı olaylar yaşandı ama daha mevzii kaldı, toplumun bütünü böyle ortasından yarılmadı. Ne ülke siyasetinde, ne solun kendi içinde, hatta ne de muhafazakâr kesimde tartışmalar, ayrışmalar bugünkü kadar düzeysiz, anlamsız ve düşmanca değildi. Toplum kirletildi, vicdanını yitirdi. Özgürleşeceğimizi umut ederken özgürlük alanlarımız daraldı.
İnsanın fikrini söyleyemeyecek duruma gelmesi, çoğunluk altında susması aslında kitle faşizmi değil mi?
Eskiden düşünce ve ifade özgürlüğü üzerinde ağır baskılar vardı. Bizim kuşak ve bizden öncekiler bu ağır baskılar altında hapislerde yattık, sürgünlere gittik, hayatımızın akışı değişti. Faşizan yasalara dayanan açık bir baskıydı bu, zamanla da gevşedi, yumuşadı. Şimdi çok daha ağır ve sinsi bir baskı var: Otosansür aslında sansürden çok daha ağırdır. İnsanlar işlerini, çevrelerini, geleceklerini kaybetmemek için susuyorlar. Kendi dümenine bakan, kendine değmedikçe uzlaşan, susan nesiller yetişiyor. Boyun büküp rıza gösteriyorlar. Kitle faşizmi ağır bir tabir ama özgürlükleri ve adaleti bile oy çokluğuna, yani çoğunlukçuluğa bağlayan bir siyasi zihniyetin kitle faşizmine yol açabildiğinin tarihte örnekleri var.
ZAMAN