Günümüzde bir kısım mütegalliplerin bütün dünyayı en korkunç kaoslara sürükledikleri muhakkak.. onca fezâyi ve fecâyii irtikâp ederken aydınlanma, medeniyet, modernite, demokrasi, insan hakları, Yeni Türkiye… gibi yaldızlı kelimelerle “Herkesi kör ve âlemi sersem.” yerine koydukları bir gerçek.. yaşama hakkı, konuşma hakkı, kendini ifade etme hakkı… gibi hukukun, kuvvetlilere has bir imtiyaz hâline geldiği apaçık.. kanunların, kuvvetlileri sıyanete göre vaz’edilişi, cezaî müeyyidelerin zayıflara karşı uygulanışı ahvâl-i âdiyeden.. her yanda bir sürü tiran, hepsi de birbirinden yaman; onlar gibi düşünmediğiniz takdirde ezilmeniz sıradan.. Bu karanlık dönemde mantık, bütün gücüyle bir aldatma ve demagoji vasıtası; kuvvet, her şeyi hâkimiyeti altına alma ve her şeye hükmetme azgınlığı içinde.. halkın vicdanı ise, akla hayale gelmedik baskılar altında inim inim. Öyle ki çağdaş temsilcileriyle kıyaslandığında sanki Firavun daha dengeli bir mütemerrid, Kârun daha ölçülü bir kapitalist ve Bel’am daha az zararlı bir mütekebbir.
Evet, Firavun, Karun ve Bel’am her devirde temsil edilmekte olan birer prototiptir. Firavun despotizm ve baskının, Karun servete tapıcılık ve dünyaya düşkünlüğün, Bel’am da ilahi beyanı tahrif ve şeytanî yoruma kaçışın sembolüdür. Bunlar sömürge düzeninin üç sacayağıdır; Firavun, Karun, Bel’am; siyaset ve iktidar, iktisat ve servet, muharref diyanet ve iblisâne te’vil.
Hepsi birbirini destekler ve tamamlar. Firavun, saltanatını diğer ikisiyle ayakta tutar; gördüğü desteğe mukabil Karun’un soygunlarını yasallaştırır; Bel’am’ın mabedine dünyalık taşır. Bel’am ise kaba kuvvetiyle arka çıkan Firavun’un ve servetiyle destekleyen Karun’un haramiliklerini dinen meşrulaştırır.
Bel’am’ın, Allah’ın dinini öğrenmiş, ilim ve irfandan nasiplenmiş, İsm-i Azam’ı bilen ve dualarına hemen icabet edilen bir kimse olduğu, fakat daha sonra nefsine takılıp yolda kaldığı rivayet edilmektedir. Aslında o dili laf yapan, eli kalem tutan ve aydın görünen kimselerin öncü modelidir.
Bel’am, en az Firavun ya da Karun kadar tehlikeli ve hatta onlardan daha zararlıdır. Çünkü insanları kandırırken Allah’ın adını kullanmakta, arzularını gerçekleştirmek için dinin temellerini aşındırmaktadır. Bel’am, belki de gövdenin içindeki en iri kurttur.
Bel’am bir dünyazededir. Kendisine bahşedilen ilim nimetiyle yücelmek fırsatını yakalamışken hevâ ve hevese, şan u şöhrete ve mal ü menâle meyletmiş, dinden sıyrılıp çıkmış, alçaldıkça alçalmış, düşüşten bir türlü kurtulamamış ve insanlıktan da uzaklaşmıştır. O zavallı, Hak beyanına ve Nebi anlayışına test ettirmediği indî yorumlarının kurbanı olmuştur.
Dün olduğu gibi bugün de batıla kayışın ve sorumluluktan kaçışın en güzîde vesilesi “ustaca yorum”dur. Nasıl olmasın ki?.. Hak sana haramilikten uzak kalmanı, dünya tutkusunu ve ten sevdasını kalbinden çıkarmanı, sadece yaşatmak için yaşamanı söylesin; nefsin ise sürekli “Al, tut, tat, yaşa, sakla, koru” deyip dursun. Bir tarafta fedakarlık, çile, ızdırap ve mücahede; diğer yanda rahat, lezzet, zevk ve eğlence.. ve ikisi arasında seçim yapması gereken bir beşer.
Nefse mağlup insana göre, öyle bir yol tutmalı ki, hem menfaat ve çıkarları korumalı, hem de başkalarının suçlandığı şekilde hakkı inkarla, Allah’a isyanla, halka ihanetle ve sorumsuzlukla suçlanmamalı.. hem dünyadan kâm almalı, hem de muzdariplerin gam yüküyle iki büklümmüş gibi tanınmalı!..
Öyleyse; te’vil ve yorumlara sığınmalı; yani batıla hak kisvesi giydirmeli; müsemmayı aynı bırakıp ismi değiştirmekle yetinmeli. Mesela, rüşvete “bağış” ya da “cebrî hayır” demeli! Fuhşu, mut’a adıyla perdelemeli!. Haraç ve gasba humus elbisesi giydirmeli!.
Adını istediğiniz gibi koyabilirsiniz: Fıkhî, şerî, örfî, ahlakî, ilmî, içtimaî, psikolojik, sosyolojik, diyalektik, entellektüel.. bir yorum. Vicdanı bastıracak, içteki serzenişi susturacak, mesuliyet duygusundan kurtaracak.. dini, dünya ile uzlaştıracak bir yorum. şeytani ve nefsi yorum.
Maalesef, böyle yorumlar sebebiyledir ki, senelerdir ülkemizde rüşvet, zimmet, suiistimal ve yolsuzluk kapıları sonuna kadar açıldı; suizan, gıybet, yalan ve iftira çok normal sayıldı; en çirkin komplolara meşruiyet kazandırıldı.
Muktedirler, değişik vehim ve ihtimallerle zihinlerinde mahkûm ettikleri ve hasım saydıkları kimseleri hem kendilerinin hem bütün insanlığın düşmanı gibi göstermeye çalıştılar. Çığırtkanlık yaptı, bin türlü iftiraya başvurdu, yargısız infazlarda bulundu ve ne yapıp edip samimi mü’minlerin hakkından gelmeye koyuldular. Zift medyasını kullanarak evham ve paranoyalarla, daha doğrusu yalan ve iftiralarla kamuoyunu aylarca meşgul ettiler. Ne acıdır ki, bunu yaparken de yine inancı, dinî terimleri, dindarlığı, ahlakî normları ve hümanist yaklaşımları kullandılar. Dahası, din, siyasî ideolojinin güdümüne girdi; vesayet, dinin canına okudu. Muktedir politikacılar ne diyorlarsa, din adına, ona, “doğru” dendi ve dinin ruhuna hıyanet edildi!
Şayet din ve diyanet siyasetin emrine verilmeseydi, ihtimal bugün yurt içinde ve dışında hemen bütün camilerde hırsızlık, yolsuzluk ve rüşvet gibi çeşitleriyle haramilikler hakkında hutbeler dinlenmesi büyük muhtemeldi. Çünkü toplumun azami çoğunluğunca hüsn-ü kabul gören adıyla 17-25 Aralık Yolsuzlukla Mücadele Haftası’nda ve tarihin en büyük yolsuzluğunun ortaya çıktığı günlerin yıl dönümünde bulunuyoruz. Malumunuz olduğu üzere Diyanet yetkililerimiz haftalar konusunda hassastırlar; camilerimizde her haftanın anlam ve önemi mutlaka hutbe konusu yapılır, halk aydınlatılır. Yeşilay Haftası’ndan Ağız ve Diş Sağlığı Haftası’na, Org.n Nakli Haftası’ndan Turizm Haftası’na kadar hiçbiri ihmal edilmemeye çalışılır.
Ne var ki, bugün şartlar biraz farklı. 17 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrasında daha önceden kararlaştırılan rüşvetle ilgili hutbe aceleyle iptal edildi; bazı imamlar sırf “Rüşveti alan da veren de melundur!” hadisini okudukları için paralel’le ilişkilendirildi. Camilerde hırsızlık, rüşvet, yolsuzluk, devlet malını aşırma gibi konularla ilgili ayet ve hadislere adeta sansür uygulandı. Diyanet, iktidarın icraatlarını tezkiye eden; yalan, iftira ve zulmü âdeta meşrulaştıran bir kuruma dönüştürüldü. Diyanet camiasında çok halis ve hamiyet-i diniye sahibi müfti, vaiz, imam ve hatipler bulunduğuna inanıyorum. Heyhat, Yeni Türkiye’de onların da hissiyatlarını açığa vurma imkânı bulamayacakları kanaatiyle bari kısık bir sesle de olsa bu minberde -hani denir ya!- haftanın anlam ve önemine temas etmek istiyorum.
Âl-i İmrân Sûresi’nin 161. ayet-i kerimesinde Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
Sadece ayetin mealiyle yetinmek “gulûl” belasının nasıl büyük bir felaket olduğunu anlamaya kâfi gelmeyebilir; fakat bu Hak kelamının sebeb-i nüzulüne, hadislerdeki onunla ilgili misallere ve müfessirlerin yorumlarına bakıldığında insanın kanını donduracak bir tablo çıkmaktadır ortaya.
Ne demektir gulûl; nasıl bir afettir? Gulûl; hakkı olmayan bir şeyi almak, ona el uzatmak, ondan yararlanmak; kamu malından gizli bir şey aşırmak, emanete hıyanette bulunmak ve ganimetten mal kaçırmak gibi manalara gelmektedir. Devletin imkânlarını kötüye kullanmak da bu türden bir günahtır.
Bazen bir koyun, bir tavuk, bir yumurta.. bazen millet hazinesine ait bir çuval para.. bazen liyakatsizliğe rağmen tutulan bir makam, mansıp ve paye.. bazen de bir tahakküm vesilesi ve balyoz indirme gereci olarak gasp edilen güç, kuvvet ve sermaye… hak edilmeksizin sahiplenilen ve gayr-i meşru yollarla ele geçirilen her imkan gulûldür ve vebaldir.
Sahih-i Buhari ve Müslim’de rivayet edildiğine göre, Ebu Hureyre (radıyallahu anh) şunu anlatır: “Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir gün aramızda ayağa kalktı, ‘gulûl’ü zikretti, vebalinin büyüklüğünü anlattı ve şöyle buyurdu: “Kıyamet gününde birinizi boynunda böğüren bir deve, kişneyen bir at, meleyen bir koyun, feryad eden bir nefis, hışırtı yapıp duran demet demet kağıtlar veya önünde tangırdayıp duran bir zırh ile görmeyeyim. Bana gelir ve ‘Ya Rasûlallah! İmdadıma yetiş!’ der. Ben, ‘Sana yardım edemem. Ben sana tebliğ etmiştim.’ derim”
Aman ya Rabbi!.. Rasûlullah’ın da yardım edemediğine kim el uzatır! İnsan, boynuna asılmış o dünyalıklardan nasıl kurtulur?
Cevâmiü’l-kelim olan (az sözle çok derin manalar ifade edebilen) Efendimiz’in bir cümle ile anlatılabilecek bir hususu, aynı kelimeleri tekrarlayarak her bir nesne için ayrı ayrı cümlelerle beyan buyurması, o şeni’ işin vebalini vurgulamak ve ümmetini ondan katiyen sakındırmak içindir. Allah Rasûlü, bizim bir seferde söylediklerimi teker teker müstakil cümlelerde dile getirmiş; sonra da koltuk altlarının beyazlığı görülecek kadar ellerini kaldırmış ve üç kere “Allahım! Tebliğ ettim mi?” diyerek gulûlun tehlikesini anlattığına Hakk’ı şahit tutmuştur.
Bir başka bir hadislerinde “Kim bir karışlık araziyi haksız olarak elde ederse, o yerin yedi katı boynuna geçirilir.” buyurmuştur.
Neredeyse bütün hadis kitaplarında rivâyet edilen şu hâdise de işin ciddiyetini göstermektedir: Adiyy b. Âmire el-Kindî anlatıyor: Allah Rasûlü’nün şöyle söylediğini işittim: “Sizden birini bir iş için tâyin ettiğimizde, o bizden bir iğneyi veya iğneden daha değersiz bir şeyi gizleyecek olsa, bu bir gulûldür (hıyânettir). Kıyâmet günü onunla gelecek ve onunla rezil olacaktır.” Bu sözü işiten Ensâr’dan siyah bir adam, memuriyetin helâk edici mesuliyetinden korkarak ayağa kalkıp “Ya Rasûlallah, bana verdiğin memuriyeti geri al!” dedi. İnsanlığın İftihar Tablosu, “Bu da ne demek?” diye sordu. Adam, “Senin şöyle şöyle söylediğini işittim!” deyince Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhissalâtu vesselâm) meselenin ehemmiyetini tekid eden şu cevabı verdi: “Ben aynı şeyleri şimdi bir kere daha tekrar ediyorum: Sizden birini bir vazîfeye tâyin edersek, az çok ne elde ettiyse, getirsin. Ondan kendisine tarafımızdan verileni alsın, men edilenden kaçınsın.”
İnsanı dehşete düşüren başka bir misali yine Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatmaktadır:
Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile birlikte Hayber mücahedesine çıktık; Allah bize fethi müyesser kıldı. Ganimet olarak sadece eşya, yiyecek ve giyecek aldık. Sonra Vâdi’l-kurâ’ya çekildik. Bir adam, gölgeliğe girmek için ayağa kalktığı esnada kendisine bir ok isabet etti, eceli de bundan oldu. Bunun üzerine biz, “Ona şehadet mübarek olsun!” dedik. Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) “Hayır! Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, henüz taksim edilmemiş olan Hayber ganimetlerinden almış bulunduğu şu hırka ateş olmuş, onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu. Bu söz üzerine herkesi bir korku sarmıştı. Derken bir adam bir veya iki adet pabuç tasması getirdi; “Yâ Rasûlallah! Bunu Hayber’de almıştım!” dedi. Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: “İşte ateşten bir pabuç tasması!..”
Her zaman insanların âhiretini ve ebedî hayatını düşünen Şefkat Peygamberi, kamu malından aşırmanın, rüşvetin ve hırsızlığın ötede ateş olup mücrimlerin başına dolanacağını bildiğinden, hırsızlık yapmış bir kadını affetmesi için şefaatçi olmak üzere kendisine müracaat eden bir sahabiye sitemde bulunmuş; sonra da minbere çıkıp şunu söylemiştir:
“Sizden evvelki ümmetler, hükümleri sadece zayıflara tatbik etmekten dolayı helâk oldular. Onlar soylu ve asil bir insan hırsızlık yaptığında hükmü tatbik etmezlerdi. Allah’a yemin ederim, kızım Fatıma dahi hırsızlık yapmış olsaydı, hiç düşünmeden onun elini de keserdim!”
Hayrettir ki, Kur’ân öyle dediği, Efendimiz bunları emrettiği ve din bu konuda değişmez ölçüler vazeylediği halde, bir kısım kimseler “Çalıyor ama çalışıyor!” diyebiliyorlar; yüzde yirmilerden bahsedip “Hep başkaları aşırdı, biraz da bizimkiler yesinler!” anlayışına sahip olabiliyorlar ve “Madem sadece kendileri almıyor, bizimle de paylaşıyorlar, göz yumalım ki kurulu düzenimiz bozulmasın!” inhirafına girebiliyorlar.
Halbuki, insanların en çok çalışanı Rasûl-ü Ekrem Efendimiz hücre-i saadetinde kamu malına ait bir altın para ya da bir hurma kaldığını hatırlayınca imametini bekleyen cemaati oracıkta bırakıp hemen o malı yerine teslim etmek için koşuyor, onun hesabından korkuyordu. Hazreti Ebu Bekir, hizmetçisinin getirdiği bir sütü içtikten sonra onun haram olduğunu öğrenince hemen istifra ediyor, kendisini istiğfar ve tevbeye salıyordu. Hazreti Ömer’in, özel işini görürken, devlete ait olanı söndürüp kendisine ait mumu yaktığını bilmeyen var mıdır? Hazreti Ömer bin Abdülaziz’in, yanına ganimet malından misk getirildiğinde burnunu tıkadığı ve “Bunun faydası kokusudur, bu ise Müslümanların hakkıdır” dediği rivayet edilir.
Yol, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ve Hulefa-i Raşidinin yoludur. Onların yol ve yöntemlerinin dışında yürümek ise “yolsuzluk”tur. Evet “Bu ismet, Allah Rasûlü’nün ahlakıdır. Bu iffet selef-i salihin efendilerimizin ahlakıdır. Gerçek ahlak bu ise, başka türlü düşünen ve davrananlara ‘Siz başınızı almış nereye gidiyorsunuz?’ demezler mi?!.”
Bu cümleleri okurken hayalen bir sene öncesinde dolaşıyorum. Haksız kazanç elde etme, çıkar sağlama, nüfuz ticareti yapma, yargıda fişleme ve kadrolaşma; medya özgürlüğüne, yargı kararlarına, serbest piyasaya ve kamu ihalelerine müdahale gibi kanunsuzlukların yanı sıra, Türkiye’yi uluslararası alanda zora sokacak bir kısım ilişki ve irtibatları çözümleyen bir düzine fezleke saçılmıştı ortalığa.
İnanılacak gibi değildi. “Muhafazakâr demokrat” olma iddiasındaki siyasilerin bu derece anti-demokratik, illegal ve çirkin işler yapmaları; dindar kimliklerinden ötürü kendilerine ümit bağlanmış insanların böyle gayr-i meşru fiillere dalmaları gerçek olamazdı.
Çokları gibi derinden sarsılmış ve inanmak istememiştim dinleyip okuduklarıma. Hele “Sıfırladınız mı parayı?” sorusuna karşılık “Sıfırlamadık henüz babacığım.” diyen oğlun hazin sesini duyunca hâkim olamamıştım gözyaşlarıma. Bir insan olarak o evladın kurbanlığına ağlamıştım ve bir Müslüman olarak da dinî referanslar kullanılarak işlenen cürümlerden mücrimler adına çok utanmıştım.
Diyelim ki, bir insan heva ve hevesine uyup yanlışlıkla bir patikaya girdi; fakat bir baba evladına nasıl kıyabilir? Kendi günahına yavrusunu nasıl vasıta yapabilir? Hele bir mü’min, ciğerparesinin, ahiretini karartmasına nasıl göz yumabilir? Bir soru daha; kendi çocuğuna bu kötülüğü yapan şahıs ya da şahıslar diğer insanlara neler neler yapmaz? Nitekim kendi günahlarını örtebilmek için bir senedir ne zulümler ne zulümler irtikap ediyorlar.
Oysa, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık günahtır.. ama bunların da tevbesi vardır. Pişman olup samimi bir şekilde tevbeye duranları Allah da bağışlar, millet de affeder.
Keşke tevbe etse ve ıslah-ı hal eyleselerdi. Keşke bir günahı daha büyük cürümlerle perdeleme yoluna gitmeselerdi. Keşke rüşvete, ihtikâra, ihtilasa açık makamlarda bulunanlar, imkân musluklarının başında oturanlar ve sırf şahsi menfaatle onlara alkış tutanlar en azından Hazreti Bediüzzaman’ın şu sözüne kulak verselerdi:
“Ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahalı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır. (…) Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.”