İstanbul sahafları arasında elinden geçmiş sayısız yazma ve
Osmanlıca kitabın künyesini ezbere bilen ve ‘hâfız-ı kütüp’ lakabıyla ün salmış kitapçılarımızdan Nedret İşli’nin rivayetidir ki; geçmiş yüzyıla yayınladıkları eserlerle damgasını vuran yayınevlerinin kitap depoları geçtiğimiz yıllar içinde vârislerinin eliyle birer birer satılıp dağıtılmıştır… Misal mi istersiniz: Osman Bey Matbaası (Matbaa-i
Osmaniye Deposu), Matbaa-i Ebüzziya ve Batı tarzı bir vitrinle kurulan GEN
Kitapevi,
Semih Lütfi Kitapevi (Suhulet Matbaası), Afitap Kitaphanesi, Sebilürreşat İdarehanesi, Yenişark Maarif Kitaphanesi (Türk Neşriyat Yurdu)…
Sahaflara ‘düşen’ ve depoları satılarak dağılan eski kitaphaneler dışında mühim zatlara ait kütüphaneler de bazen aynı kaderi paylaşır. Ellerindeki eserlerin kıymetini bilmeyen vârislerin orta yere saçtıkları bu
miras içinden kütüphane sahibinin özel
belgeleri de zuhur eder. Bulundukları döneme şahitlik eden bu belgeler, bilmediğimiz birçok konunun da habercisi olurlar.
Bugünlerde Nedret İşli’nin tasnifi ile uğraştığı ve ilgili kurum ve şahıslara titizlikle ulaştırmaya çalıştığı Yenişark Maarif Kitaphanesi’nin kitapları arasında
hafızalarımızı diriltip ayağa kaldıracak eserler de zuhur etmeye devam ediyor… Bu eski harfli kitaplar içinde yaldızı parlayan Şemail-i Şerifleri, ilk mektep çocukları için titizlikle hazırlanmış Elifbaları, İttihat ve Terakki mecnunlarının
Kahire’de basılmış kitapları, uçsuz bucaksız heyecanlar içinde kaleme alınmış romanları, kütüphanelerin mütemmim cüzü diyebileceğimiz bin bir çeşit mecmuayı ve daha sayısız asarı sıralayabiliriz.
İstanbul Sahafları’nın
Galatasaray cephesinde bu hareket ve heyecan devam ederken;
Kadıköy cephesinde ise,
Türkiye Gazetesi’nin kurucusu ve eski sahibi Tahsin Demiray (1903-1971)’ın Türkiye Yayınları deposundan sahaf raflarına düşen kitapları konuşuluyor. Sahaf Dil
Tarih’in sahibi Sami
Önal’ın satın aldığı bu mühim kitaplığın özellikle yakın tarihimizin siyasi oluşumlarına ışık tutacak
dosya ve belgelerle gündeme geldiğini biliyoruz. Demiray’ın döneminde birçok mecmuanın da patronluğunu yaptığını söyleyebiliriz. Onun için
yayınevi dosyaları arasına dağılmış terekeden zuhur eden belgeler, hem siyasilerin hem de edebiyatçıların özel dünyalarına açılan esrarengiz kapılar gibi çıkıyor karşımıza.
Anlayacağınız bugünlerde sahaf müdavimlerinin meraklarını iyice kışkırtan kitaplar ve belgeler dolaşıp duruyor sahaf dükkânlarında…
Yayınevlerinin ve mühim kitaplıkların yanı sıra bir de sahafların raflarında hâlâ arz-ı endam eyleyen şahıs terekeleri var. Tahsin Demiray’ınkinden sonra belki de en çok dikkat çeken tereke
Cemal Oğuz Öcal (1913-1971)’a ait. Onun yazıp çizdiği mecmualar ve büyük bir merak ve dikkatle bir araya getirdiği belgeler ‘milliyetçilik’ antolojisi gibi dağılmış kitaplar arasına. Bu isimlerin özel belgelere düştükleri notlar ve şahıslar hakkında tuttukları dosyalar “Sıkı bir yayın istihbaratı nasıl yapılır” sorusuna da cevaplar verebilecek düzeyde.
Bir
arşiv oluşturmak düşüncesi ve biraz da siyasi kaygılarla bir araya gelen ve bir ömre sığacak belge, kupür,
dergi,
afiş, kitap, el ilanı,
bilet,
fatura,
sözleşme,
imzalı eser,
mektup, ansiklopedi yığını içinde yapılacak yolculuklar ciddi bir hafıza birikimini de sağlıyor… Bazen de bu kitap-belge karışımı terekeler içinden insanın aklını başından alacak ve “Olmaz böyle bir şey!” dedirtecek belgelerle yüz yüze kalıyorsunuz.
Bu hafta, o belgelerden yalnızca birini sizlerle paylaşmak isteğimiz var. Bir subayın
generaline daktilo marifetiyle yazıp ‘11
Ağustos 1961 tarihinde’ gönderdiği bir belge. Bahsi geçen general kimdir ve bu mektubu kim göndermiştir bilmiyoruz, ama subayın/askerin yazdıkları inanılmaz şeyler:
“Sayın Generalim,
15 gün evvel bir hafta sonu, Yüksek Adalet Divanı Başkan(ı), hâkimler,
Başsavcı ve savcılarının
Çorlu’da, Kolordunun misafiri olarak (Hakikatte ise Orduca tertip alınıp Kolordunun daveti imiş gibi gösterilerek) 2 gün ikamet ettiklerini öğrenmiştim.
Bu, olağanüstü bir durumdu. Mahallinden öğrenmek faydalı olur düşüncesi ile 11 Ağustos 1961 günü Çorlu’ya gittim. Orada, eskiden beri tanıdığım bir Kurmay
Albay dostumdan, Divanın bu misafereti ve konuşulanlar hakkında bilgi aldım. Enteresan gördüğüm için, genel hatları ile takdimde faide mülâhaza ettim:
1. Daveti tertiplemenin maksadı, Ordunun nasıl bir tesanüt içinde bulunduğunu fiilen ve yerinde Divan üyelerine göstermek ve verecekleri kararda Ordunun nasıl kendilerini destekleyeceğini ispat etmekmiş.
2. Bu lüzumu hissettiren sebep, Divan üyelerinin istikbal kaygusuna düşmeleri ve İnkılabın ruhuna uygun bir netice, sert bir karar vermeleri için tereddütte bulunduklarının öğrenilmiş olması imiş.
3. Filhakika, görüşülerek, Divanda: Biri kitapların içinde kalmayı esas kabul eden ve sanıklardan ancak 3-5’inin idam edilmesinin mümkün olabileceğini söyleyen, diğeri de İnkılabın icabı olarak en azından mes’ul mevkilerde bulunanların aynı akibete düçar kılınmalarının lüzumuna inanan iki grup varmış.
4. Bunun dışında, aşağı yukarı bütün üyeler
samimi duyuşlarını birbirlerinden gizliyor ve yüze gülüp arkadan birbirlerine sövüyorlarmış.
5. Divandaki bu ihtilâf ve bilhassa tereddüt halinin neticesi olarak, sanıklara tatbiki düşünülen
kanun maddesinin tefsiri ve dolayısıyla mesuliyetin taksimi zımnında Hukuk profesörlerinin mütalaalarına müracaat olunmuş.
6. İrtibat Bürosundaki
genç subayların, Divanın İnkılabın muhtaç olduğu kararı vermemesi halinde, bilhassa kalbur üstü zevat için
ölüm cezasını bizzat tatbik etmek gibi –pek de inanılmaz- bir zımnî kararları olduğu da duyuluyormuş.
7. Bu davete mukabil bir Divan daveti hazırlanmış ve basılı davetiyeler verilmiş olmasına rağmen, aynı gün bir
telefon bildirisi ile, bu mukabil davet anule edilmiş.
Bilgilerinize sunar, saygılarımı arz ederim.
İmza”
Ne hazindir ki, bu mektubun yazılmasından yaklaşık bir ay sonra dönemin
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı 17
Eylül (1961) günü aceleyle verilen ‘sağlam’ raporu eşliğinde öğleden sonra
Yassıada’da idam edilmiştir. Türk Siyasi Tarihi’ne kara bir leke olarak yazılan Yüksek Adalet Divanı’nın bu kararı, Başbakan Turgut
Özal zamanına kadar hükmünü sürdürmüş ve Adnan
Menderes ile idam edilen iki bakanı (Fatin
Rüştü Zorlu,
Hasan Polatkan) hakkında acımasızca karalama kampanyaları sürüp gitmiştir.
Pek âlâ diyebiliriz ki, bu mektup geçen yıl yasaklılığı ortadan kaldırılan ‘Yassıda belgeleri’ içine dahil edebileceğimiz
küçük bir nottur. Kitap kurtlarının gözünden kaçmamıştır, Ocak 2007’de Zaman Kitap’ın yayımladığı “Belgelerin Dilinden Yassıada’nın Karakutusu” kitabı, bu haksızlığın serencamını gözler önüne süren önemli bir çalışma olarak kayda geçmiştir...
Öyle ya, “Söz uçar, yazı kalır!”
AKSİYON