Hürriyet'in başyazarı
Oktay Ekşi; “Aynı pozisyonda beş yayın yönetmeni ile çalıştım, hiçbiriyle sorunum olmadı. Nezih Bey biraz zor adamdı. Konuları birlikte belirlerdik, kompoze etme bana düşerdi. Çetin Emeç'e konu söylemeden yazımı veriyordum, okuyup tamam derdi.
Ertuğrul geldiğinde 'Oktay Bey, bugün ne yazacaksınız, konuşsak' dedi. Anladım ki, bu sözün altında
kontrol talebi var” diyor.
Başyazar ne kadar kendidir?
Rekortmen başyazar. Değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi dahi
teklif edilmez
Basın Konseyi Başkanı. Yıllardır aynı konuları, aynı tonda bıkmadan, usanmadan yazmak zamanla alışkanlığa dönüşüyor ve insan alışkanlıklarından uzaklaşmak istemiyor. Oktay Bey bu işten keyif alıyor. Hâlâ heyecan duyuyor. Bizim nesil bu kadar sabit ve bağımlı değil. Farklılık arıyoruz, ya kendimizi ya da şatları değiştirmeye kararlıyız, başka türlüsü bizi huzursuz eder. Bu kadar dinginlikle yaşayamayız. Oktay Bey'in hali, dışarıdan bakılınca bir devri kabul mü, yoksa mücadele mi tam belli değil. Galiba ikisi iç içe… Yazılarındaki sertlik yüzyüze sohbetinde yok. Bence o yeniden başlama imkanı bulsa başyazar değil, yazar olurdu. Bu kadar yükümlülük ve misyonu yüklenmez, daha çok kendi olurdu. Fakat Hürriyet için vazgeçilmezler listesine girdiğine göre vardır bir bildiği…
1974'ten beri Hürriyet'in başyazarısınız. İktidarlar değişti ama siz değişmediniz…
Aynı
gazetede bu kadar uzun süre başyazarlık yapan başka kimse yok.
Bu mevkii korumak zor değil mi?
Gazete ile özdeş hale geldim, ciddi bir uyum söz konusu, bütünleştik. Uyum olmasa yürümez, burada benim meslek ömrüm 15 dakikada bitebilir.
Nuriye Akman'a 53 yıldır işten atılma korkusu yaşıyorum derken ciddi miydiniz?
Çok. Hâlâ aynı korkuyu her gün yaşarım.
Sabah kalktığımda iş bitmiş olabilir, böyle bir muameleyi göğüsleyemeyeceğimi bildiğim için işimi o sonucu doğurmayacak kadar iyi yapmaya çalışırım.
Okurla, patronla, etkin çevrelerle iyi geçinmek…
Hayır. İnandığımı yazmak. Kendinize ve okuyucunuza inandığınızı dürüstçe ifade etmek temel kuraldır.
Başyazarsınız, kendi fikriniz ile gazetenin görüşü arasında kaldığınız olmu-yor mu?
Doğru. Bir tarihte gazetenin görüşü ile benim görüşüm arasında farklılık doğdu.
Medya sahiplerinin kamu ihalelerine girmesi sınırlandırılmalı diye yazdım. Hâlâ aynı görüşteyim. Aydın Bey aradı, “okuyucu sıfatıyla arıyorum, başka bir konumumu düşünmeyin” dedi “size katılmıyorum, medya sahipleri neden ihalelere girmesin ki...”
Okuyucu sıfatıyla arasa da patron.
Rencide etmeden aktarabilmek için okuyucu konumunda olduğunu söylüyor.
Siz kişisel olarak geridesiniz, kurumun görüşleri de ön planda mı?
Birçok mesele var ki, başka sütunda yazsam rahatlıkla ifade edebilirim, başyazar olunca ayrı yükümlülük oluyor.
Niye biz diye yazıyorsunuz?
Kolektif kimliği olan bir sütun. Ben
dersem şahsileştirmiş olurum. Ben demeye teşebbüs ettim ama yürümedi.
İLK GÜNDEN BERİ ONA ERTUĞRUL DERİM
Yazınız basılmadan önce yayın yönetmeni ya da patronun haberi olur mu?
Hayır, yazıyı ertesi günü okurlar. Ne yazdı acaba, yarın başımıza bir iş getirmesin diye bakmazlar. Patronun, yayın yönetmeninin katılmadığı yazılar da yazdım. Ertuğrul'la zaman oluyor çok zıt düşebiliyoruz.
Ertuğrul Özkök, ele avuca gelmez biri. Sürekli yenilik arıyor.
Çalışmak zor değil mi, nasıl tahammül ediyorsunuz, o size nasıl katlanıyor?
Böyle bir sorunumuz yok. Aynı pozisyonda beş yayın yönetmeni ile çalıştım, hiçbiriyle sorunum olmadı. Nezih Bey biraz zor adamdı. Konuları birlikte belirlerdik, kompoze etme bana düşerdi. Çetin Emeç'e konu söylemeden yazımı veriyordum, okuyup tamam derdi.
Ertuğrul Özkök'e gelelim…
Göreve geldiğinde; “Oktay Bey, bugün ne yazacaksınız, konuşsak” dedi. Anladım ki, bu sözün altında kontrol talebi var; “Bak Ertuğrul baştan konuşalım, benim konumumdaki insanlarla böyle konuşulmaz gibi geliyor bana. Ya devam et ya da bitir denir…” “Haklısınız” dedi. Konu bir daha konuşulmadı. Köşesinde; “Oktay Bey bana yayın yönetmenliği konusunda ders verdi” diye yazdı.
Özkök size sormuş, “Oktay Bey mi, Oktay Ağabey mi diyeyim”, siz de “Sayın başyazarım de” demişsiniz…
Hayır. İlk günden itibaren o bana Oktay Bey, ben de ona Ertuğrul derim. Ağzımdan hiç Ertuğrul Bey çıkmadı.
BENİM DE YEDEĞİM VARDIR
Yeni bir yazar buldu Ahmet Arsan.
Ahmet Hakan, “Özkök, Ekşi'yi yedeklemişti, şimdi de beni yedekledi” dedi.
Babıali'de böyledir, patron ya da yayın yönetmeninin kafasında her zaman yedeğiniz vardır.
Yedeğiniz kim?
Bilmiyorum, vardır, yoksa eksik bırakmışlar demektir. Akıllı bir işveren herkesin yedeğini kenarda tutar.
Başyazılarınız eskisi kadar etki yapıyor mu,
AK Parti iktidarı ve Köşk'e Gül'ün çıkmasıyla güç kaybettiniz mi?
Şimdi etkisi az diyorsanız, bilemiyorum. Yazı önce okuyucuda yankılanır, sonra işverenin önüne gelir, onlar değerlendirir. Ben bu yoğurdu 30 senedir böyle yiyorum, yarın bakarsınız ki iş bitmiş.
Yorgunluk var mı?
Hayır yok…
Aynı problemleri aynı tonda yazmak bıkkınlık oluşturmuyor mu?
İster ama benim için o lüksü düşünecek durum olmadı. Doğruyu kırk kere söylemeniz gerekiyorsa kırk kere söylüyorsunuz, bu kadar basit.
HÜRRİYET KURULU DÜZENİN SESİDİR
Aydın Doğan, Hürriyet için devletin gazetesi demişti. Devletin gazetesi nasıl olunur?
Kastettiği kurulu düzendir, yani sistemi ayakta tutan değerler bütünü. 1923'te kurulmuş sistemi benimsiyoruz ve sesi olmayı görev sayıyoruz demektir.
Ben de sistemin devamından yanayım, ama gelişmesini de istiyorum.
Aynı fikirdeyiz…
Erdoğan için, “Sonu
Menderes gibi olur" dediniz, bu
darbeyle korkutmak algılandı. Bunu Gelişme ile nasıl bağdaştırıyorsunuz?
Yaşadığımız tarihten ders almaya mecbursunuz diyorum. Adnan Bey, çok zarif bir insandı, iyi bir hatipti, yetenekli bir siyasetçiydi ama kendisine tevdi edilen devlet yetkisini farlı yorumladı, bu destekle ben her şeyi yapabilirim dedi.
Aynı
eleştiriyi darbe
muhtıra veren askerler için de yapıyor musunuz?
Elbette. İş ucuzladı, şimdi asker çemkirmek kolay hale geldi. 84'ten itibaren asker konusunda en ağır eleştirileri ben yazdım.
Çevik Bir'e sorun onun defterlerine
hain-i vatan diye görünenlerden biriyim. Bir, ikinci başkanken garnizonların caddelere
bakan yüzlerine "Orduya sadakat şerefimizdir" gibi ipe sapa gelmez yazılar yazdırttı. Bu zihniyeti elbette eleştirdim. Karakol baskınlarında ölen Mehmetçiğin hesabını sordum, komutanlara, neden koruyamadınız dedim.
Karargah eleştirileri nasıl karşıladı, TSK'yı yıpratmak olarak mı gördü?
Hayır. O tarihte gazetecileri tasnif ediyorlarmış, falancı vatansever, filancı vatan hainidir gibi bilgiler kulağımıza geliyordu. 14
Nisan'da Başbuğ konuştu eleştirdim. Türkiyelilik bazına oturtulmuş vatandaşlık anlayışı yanlıştır.
Askerin kafası karışık mı?
Bilemiyorum. Görev alanı dışında demeç vermesi yanlıştır.
Neden görev alanı dışına çıkıyor?
Çıkmak zorunda hissediyor. Ülkeyi yönetenler askeri mecbur etmemeyi öğrenmeli.
Büyükanıt, 'Ana
yasa'dan kaynaklanan görevimiz var, onun için böyle yaptık' dedi.
Başbakan, 'hayır senin böyle bir görevin yok' demedi…
VEKİL MAAŞI ALIYORUM VİP'TEN GEÇİYORUM
27
Mayıs, 12
Mart, 28
Şubat,
27 Nisan… ne düşünüyorsunuz?
27 Mayıs'ta yedek subaydım. Olayın gelmekte olduğunu görüyorduk. Darbe olduğunda rahatsız oldum. Askerin ne yapacağını bilmiyoruz, Türkeş'in boğuk sesi. Ertesi gün
Cemal Gürsel'in geldiği ilan edilince rahatladım.
Darbe sonrası Kurucu
Meclis üyeliğiniz var…
Öncü gazetesindeydim ve pek rahat değildim. Daha iyi bir gazetede olsam da o konjonktürde Kurucu Meclis üyeliğine talip olurdum.
Ne kazandırdı?
Çok iyi bir deneyim kazandırdı. Çok önemli isimlerle tanıştım, çalıştım. Bugüne bakan yanıyla da millet
vekili statüsünden
emekli maaşı alıyorum, VİP'i kullanıyorum…
Kurulu düzen algınız o zaman mı pekişti?
Etkili olmuştur. 61 Anayasası'nın ruhunu yakalama fırsatı verdi. O ruhu içime sindirdim, tam özgürlükçü ve tam demokrat. Kendimi hâlâ 61 Anayasası'na bağlı hissederim. Bütün görüşlerim 61 Anayasası'nı benimsemiş adamın görüşleri ve savunularıdır.
Araya 12
Eylül girdi…
Darbe sabahı oh dedim, memnuniyetle karşıladım fakat
12 Eylül yönetimi bende hayal kırıklığı yarattı. O gün anladım; en kötü parlamenter rejim en iyi askeri yönetimden iyi. O sırada sütuna yazmadım ama çok telaffuz ettim, bunu hep savunurum.
28 Şubat'a geçelim…
Erbakan elindeki güçle her yanlışı yaptı. Askerin de elinde
silah vardı.
İkisi de gücünü yanlış kullandı.
Onu söylüyorum. Yanlış başka yanlışı davet etti. 27 Mayıs'ın da, 28 Şubat'ın da, 12 Eylül'ün de öyküsü bu.
ERGENEKON'A AKILLI OLAN ARKA ÇIKMAZ
Ergenekon'a gelelim, gazeteniz uzun süre ilgi göstermedi.
Yayın yönetmeninin haber değerlendirmesi için bir şey demem, kendi psikolojimi aktarabilirim; 27 el
bombası bulundu, birini hatıra diye aldın, ötekiler ne? Eskişehir'de annesinin evinden bomba çıktı. Yasa dışı yapılanma izlenimi veren bir resim var. Aklı olan kimse ne buna arka çıkar ne de sulandırır. Adalet gereğini yapar. Fakat Ergenekon şapkası giydirildikten sonra yaşananlar bundan ibaret değil. Başka irade var, 1923'in değerlerini değiştirme kavgası var.
Ergenekon neyi çözer?
Eğer rejimin meşru yapısına karşı bir örgütlenme, suç teşkil edecek bir
eylem varsa bunun bedelini herkese öğretme açısından iyi bir şeydir.
DUMANLI DA BEN DE HATA YAPTIK
Birebir ilişkilerde oldukça naziksiniz. Neden Ekrem Dumanlı'ya “Medya imamı” dediniz, size yakıştı mı?
Ben Ekrem'i severim, beğenirim.
Diyor ki, “Oktay Bey'in yazılarındaki sertliğe bakmayın, ilişkilerinde samimi ve babacandır.” Kavgada söylenmeyecek sözü niye söylediniz?
CHA muhabiri ve helikopter olayını biliyorsunuz. Zaman'dan bir muhabir aradı, 'Konsey olarak açıklama yapacak mısınız?' dedi. 'Yazımı yazıyorum, bitince ilgilenip size döneyim' dedim. O gün gitti, ertesi gün unuttum. Yine aradılar, 'Unuttum özür dilerim genel sekreteri arıyorum' dedim. Konuştum. Ortada kabalık vardı ama alt düzeyde bir rütbe olduğu için
protesto yayınlamaya değer görmedim.
Kendiniz mi karar verdiniz, kurul toplanmadı mı?
Hayır, benim yetkimde. Ekrem, 24 Nisan'da, 'Konsey muhabirimize sahip çıkmadı' diye yazdı. Mail attım, 'olay dengesiz, kabalık var' dedim. Ses çıkmadı. 4 Mayıs'ta köpeğin önüne atsanız kudurtacak bir yazı yazdı; -üyesi olduğu halde- böyle meslek kuruluşu olur mu. İki senedir 'Gel katıl, gelemiyorsan birisini görevlendir' diyorum.
Devam edelim…
5 sayfalık
mektup yazdım. Pazartesi köşeni medyaya ayırıyorsun, konu önemliyse neden 15 gün konuyu işlemedin, önemli gelmediyse neden bağırıyorsun diye. Cevap hakkı olarak kullanmasını rica ettim. 3.5 sayfalık
özet gönderdim, kullanmadı. Hak ettin dedim “medya imamı” diye yazdım.
Eleştiriyi daha üsluplu yapamaz mıydınız?
Cevap hakkına yer verse, hatta arayıp, uzun olmuş kısasını yazarsan kullanırım deseydi bu noktaya gelmezdi. Keşke ikimiz de daha dikkatli olsaydık. Alt düzeyde rütbelinin kabalığı, protestoya değmez yerine, madem ki muhabire böyle yapmış ona hak ettiği tavrı göstermek lazım diye düşünseydim -ki bu da mümkündür, ama o an böyle
tercih etmişim- belki böyle bir süreç yaşamazdık.
Konseyden ayrıldılar…
Üzgünüm keşke ayrılmasaydı.
İkinci Başkan Kenan Akın; 'Konsey kaybetmez, Zaman kaybeder' şeklinde tuhaf bir açıklama yaptı.
O Kenan'ın ifadesi, böyle bir ifadeyi kabul ettiğimi söyleyemem…
İnsan yüzyüze söyleyemediği şeylere yazıda daha mı rahat yer verir?
Dikkatli olmaya çalışırım. İçimden geldiği gibi yazarım ama ikinci kez okurken traş ederim.Yine de arada kalan olabilir. Bazen kafamızdaki ile
kalemden çıkan birbiriyle örtüşmüyor.
G.Kurmay, '
Basın Konseyi'nin
akreditasyon kriterlerini benimsiyorum' dedi. Bu olayı fırsat bilip hakimlik rolünü üstlenseydiniz...
Burada bizim irademizle bir yere varılmaz, çok uğraştık ama olmadı. G.Kurmay'la birkaç kez konuştuk, akreditasyonu biz de kabul ediyoruz ama doğru işletilmeli. Hâlâ uğraşıyoruz. Zaman'ın dışarıda tutulması da yanlış.
ANDIÇÇI DEĞİLİM…
Andıç meselesinde “Alçakları tanıyalım” diye yazdınız. O yazı üzerinde bir leke gibi anılıyor…
Eline kalem alan beni andıççı, aşağılık ilan etti… Yazı işlerine haber geldi, Şemdin
Sakık yakalanınca ilk ifadesinde bazı gazetecilerin Apo'ya
yardım ettiklerini söylemiş. Haber yazı işlerinde,
manşet olacak. Ben masada o kıvama gelmiş bir haberin doğru olup olmadığını sorgulamam. Harika bir konu dedim, Apo'ya yardım eden bu alçakları tanıyalım diye yazdım. Haberde isim yoktu, haliyle yazıda da yoktu. Birkaç gün sonra o kişilerin Barlas,
Çandar ve
Birand olduğu söylenmeye başlandı. İşlerine son verildi. Zaman geçti duyduk ki Sakık, 'Asla böyle bir şey söylemedim, eklemişler' dedi. Çok üzüldüm, ertesi gün sütunumda özür diledim, 'Aldatılmışız' dedim. Fırsatı gelince köşemde ikinci defa özür diledim.
Özürleri hiç kimse okumuyor.
Muhataplarınız…
Onlarla hiçbir sıkıntım yok.
Cengiz bana nasıl bakarsa ben de ona öyle bakarım. Barlas'la dostuz, konuşuruz. Birand'la da öyle, bu işin lafını bile etmedik.
Kurtarın beni Konsey Başkanlığı'ndan
Basın Konseyi'nin değişmez, değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez başkanı mısınız?
Ahmet Kekeç öyle diyor. Üç senede bir
seçim yapıyoruz. 2003'ten beri arkadaşlara söylüyorum; Basın Konseyi benimle çok özdeşleşti, kendimi kuruma yük hissediyorum ve kurumsallaşmasına engel bir faktör haline geldim, oysa evladım kadar benim için önemli bir kurum. Yüksek kurula seçilmeye talibim ama artık
başkanlık başkasında olsun.
Niye olmuyor, başkanlığı bırakmaya muktedir değil misiniz?
Yokum diyorum ama benden başkasını seçmiyorlar, ne yapayım… Toplantıdan çıkıyorum, gıyabımda karar veriyorlar. Gidin ikna edin kurul üyelerini beni bıraksınlar, size
Allah razı olsun diyeceğim.
Pekçok gazete konseyden ayrıldı, neden, niye tutamadınız?
Medya dünyamızda ego şişkinliği birinci hastalıktır. Oturduğu yere kimse ulaşamaz. Oraya oturması da Tanrı'nın bağışladığı son lütfudur.
Aynı eleştiri sizin için de geçerlidir…
Tabii, tabii… Medya dünyasının böyle bir gerçeği. Herkesin ayrılmak için bir bahanesi vardır… Uzun uzun anlatabilirim…
Şimdilik o kadar detayına girmeyelim…
Başbakan'dan Konsey adına randevu alıp patronunu götürdü,
Oktay Ekşi iş takip ediyor dediler… Bu asla mümkün değil, o olayın iç yüzünü basından arkadaşlar bilirler ama çarpıtılıyor. Bu olayın ardından Sabah, Akşam, Yeni
Şafak ayrıldılar…