On yıl, beş yıl, üç yıl hatta iki hafta öncesiyle kıyaslanamayacak bir ülkede yaşıyoruz.
Türkiye sadece benzersiz bir yapılanma ve yenilenmenin değil, bundan daha önemli olarak başarılmasına ihtimal verilmeyen şeylerin üstesinden geliyor.
Değişimi motive eden, arzulayan ve yöneten bir özgüven patlaması yaşanıyor. Düne kadar insanların içine korku salan olaylar bugün sıradanlaşmış bulunuyor.
Bununla birlikte kaybedilen yılların ikamesi için yetinmemek gerekiyor. Demokrasi mücadelesinin tabiatı gereği de yetinmemek “tabii”dir. Türkiye attığı her adımdan sonra bir başkasına gözünü dikmelidir ve ilerlemenin dinamiği de aslında bu yetinmeme duygusudur.
Ama bir an için duralım ve bütün bu süreci başlatan 3
Kasım 2002
seçiminin sabahına gidelim.
28 Şubat'ın dumanı üzerinde tüterken Türkiye'nin
darbe atmosferini, bürokratik oligarşiyi, tek parçalı
sermaye ve medya yapısını iliklerine kadar hissettiği; sokaktaki insanın daha az
demokrasiye kader olarak
boyun eğdiği yıllara gidelim.
Kişi başına gelirin 2 bin 600 doları, enflasyonun 70-80'leri bulduğu, ihracatın sadece 36 milyar dolar, faizin ucunun yakalanamadığı yıllar.
Faili meçhullerin devlet tarafından himaye ve iltifat gördüğü yıllar. Vatanı korumak kollamak, bunun için her türlü tehlikeyi yaratıp benimsetmenin askere ve onun
tayin ettiği kurumlara ait olduğu yıllar.
Başörtülü olmanın,
Kürt olmanın,
dindar olmanın, demokrat olmanın suç olduğu yıllar...
Hasılı,
Ergenekon'un devlet, devletin Ergenekon olduğu yıllar... Devletin bir silüet haline geldiği, derin devletin arz-ı endam ettiği yıllar...
Bırakın
muvazzaf paşaları,
Veli Küçük'e hatta İbrahim Şahin'e dokunulamayan yıllar.
Andıçların, darbe planlarının bir kamu görevi düzeninde yazılıp uygulandığı yıllar...
Diplomaside diz çöktüğümüz, “Türklerin ordusundan başka satacak şeyi yok” denilen yıllar... Kıbrıs'ın, Ermenistan'ın, en yakın komşularımızın en büyük düşmanlık ve korku nesnesi olduğu yıllar...
Hastanelerin, okulların, yolların, sosyal hizmetlerin vs. malum olduğu yıllar...
Tam o sırada, seçimi kazanıp Türkiye'nin önüne çıkan
Tayyip Erdoğan masada ve onunla pazarlığa oturuyoruz. Ülkenin önde gelen aydınları, demokratları, ekonomistleri, diplomatları vs toplanıyoruz. Erdoğan karşımızda ve biz ona isteklerimizi saymaya başlıyoruz. Önümüze 10 yıllık bir plan koyuyoruz pazarlığa tutuşuyoruz.
“O gün” yani seçimin ertesi günü, tam 4 Kasım 2002 sabahı...
Ne isterdik Erdoğan'dan?
Üstelik, daha sonra art arda üç genel, iki
yerel seçim, iki de
referandum kazanacak olması bizi hiç ilgilendirmeden, neleri talep edebilirdik?
Açık soralım...
Bugün Türkiye'nin demokratikleşmede, askeri vesayeti geriletmekte, bürokraside, ekonomide, diplomaside, sağlıkta, ulaşımda geldiği noktanın ne kadarını o gün tahmin edip isteyebilirdik? Bugün olanların ne kadarını o gün “olabilir” görürdük.
İşin sırrı burada...
Değişimin ne denli meşakkatli ve vizyon isteyen bir süreç olduğunu bu sorunun cevabında gizlidir.
Evet, bugün elimizdekilerin ne kadarını o günkü Türkiye perspektifinden mümkün görüp Erdoğan'dan isteyebilirdik?
Dürüstçe kendimize soralım...
Bulacağımız
cevap aynı zamanda kısa bir değişim tarihi analizi olacaktır.
Ve
itiraf edelim o cevapta, Türkiye'nin bugününden daha azına razı olacak bir değişim hedefi görürüz. Bu ayıp da değildir çünkü o zaman daha azına rıza gösterme ve daha iyisinin asla mümkün olamayacağı duyguları bütün zihinleri kuşatmıştı. Bazı şeylerin değişmesi, pazarlık konusu yapılamayacak kadar imkansızdı.
Şimdi geriye doğru bakınca iyi ki böyle bir pazarlık olmamış. Sadece “aydınlar” değil, “derin devletin egemenleri” de iyi ki yaklaşan tehlikeyi görememişler ve hasarı azaltmak için Erdoğan'la pazarlığa oturmamışlar.
Türkiye, o pazarlıksız yürüyüş sayesinde bugün daha fazlasını elde edebilmiştir.
MUSTAFA KARAALİOĞLU - STAR