"Lisede okurken amatör olarak fotoğrafçılık yapardım ben. Bir fotoğraf
makinem vardı benim.
Fotoğraf nasıl çekilir öğrenmiştim. Fotoğrafları tab ettirmeye gittiğimde fotoğrafçı bana; “güneşi arkana al, ışığa doğru çekme, ayarları şöyle yap böyle yap” diye öğretirdi. O zamanki makineler şimdikiler gibi otomatik değildi tabi. Elle ayarlamak lazım her şeyini.
Sene 1959. Üstad
Ankara'da. Said ağabeye dedim ki: “Üstadın fotoğrafını çeksem?” “Olur” dedi. “Sonra Üstad darılmasın bize” dedim. “Yok, darılmaz” dedi. “Ama Üstad geldiği zaman arabaya kadar şemsiyenin altına alınıyor, fotoğraf çekilmesine müsaade edilmiyor” dedim. Said ağabey “
Bediüzzaman fotoğrafçılara poz veriyor, hoşuna gidiyor, nefsanî oluyor gibi bir duygu vermemek için, herhalde onun için müsaade etmiyordur. Aslında Üstad fotoğrafa karşı değildir. Biz de senin gibi zannediyorduk. Hatta Tarihçe-i
Hayat ilk olarak 1956'da neşredildiği zaman fotoğraf koymamıştık. Üstad ‘Fotoğraf niye koymadınız' demiş. Ondan sonra koyduk .” (1) Said ağabey bu şekilde cesaretlendirince ben Üstad gücenir, günahkâr olurum diye olan düşüncemi atmış oldum. Sonra Said ağabey “ben de sana yardımcı olurum” dedi.
Ondan sonra biz hazırlığımızı yaptık. Ben
Beyrut Palas Otelinin önünde beklemeye başladım. Üstad üst katta kalıyordu. Orada
lobi dedikleri hol gibi bir yer vardı. Hatta orada holün karşısında helâ vardı. Holü geçince helâya varılıyordu. Otel deyince şimdiler aklınıza gelmesin. Odasında helâ olan Lüks bir
otel değildi. Ben sonra o lobide bekledim Üstadı. Bu anlattıklarım gece oluyor. Bir ara Üstadın helâya geçtiğini gördüm, ama orada fotoğrafını çekemedim.
Sabahleyin Üstad gidecek diye haber geldi bize. Ben Üstadın odasının kapısının önünde beklemeye başladım. Said ağabeyle de anlaştık. Üstad kapıdan çıktı. Çıkar çıkmaz şöyle etrafa bir baktı. Yanı başında solunda Tahsin Tola ağabey vardı. Arada bir kişi daha var, ben onun yanında üçüncü şahıs olarak varım. Üstad Tahsin Tola ağabeyi görür görmez elini uzattı, başını okşadı, omzunu sıvazladı. Üstadın oradaki şu konuşmasını çok iyi hatırlıyorum. Ona, “sen Risale-i Nur'un basılmasına
hizmet ettin, bundan sonra da hizmet edeceksin; Tevafuklu Kur'an basılacak bundan sonra; Onun tab'ı için 6666 lira para ayırdım” dedi. Yalnız Necmeddin Şahiner bunu, 6666 lira parayı elden verdi diye yazmış, doğrusu budur. O hatayı da burada tashih etmiş olalım. Biz bu para ayırma işini daha evvel de duymuştuk aslında, ama bu sefer Üstattan kulağımla bizzat duymuş oldum. O arada ben de Tahsin ağabeyin yanından şöyle başımı Üstad'a doğru uzattım, ama olmadı. Bize okşaması nasip olmadı uzakta kalmıştım.
Baktım Üstad hareket etmek üzere; ben hemen kalabalığı yarıp koştum çıktım. Makine yanımda tabi… Hemen mesafe, ışık ayarlarını yaptım. Bu hareketli olacak diye makinenin hareket ayarını da yaptım. Üstad merdivenden inerken kollarına girdiler ve inmeye başladılar. Said
Özdemir ağabey beni görünce “Üstadım!” diye dikkati çekti. Üstad hemen başını kaldırıp baktı. Yoksa Üstadın yüzü, gözleri aşağıda olacaktı. Çünkü o anda başı öne eğikti. O anda deklanşöre bastım. Resme, Üstad'a dikkatli bakarsanız bunu anlarsınız. Said ağabeyin ağzından da tebessümünden de anlayabilirsiniz. Bir tane poz alabildim. Bana daha fazla niye çekmedin diyorlar. İkinciyi almak için makineyi tekrar kurup hazırlamak lazım. Üstad bir taraftan yürüdüğü için ikinci pozlara fırsat kalmadı. Fakat fotoğraf o kadar net çıktı ki; hâlbuki bulanık, karanlık bir gündü. Flaş falan da yoktu makinede. Neyse Üstad hiçbir şey demeden yürüdü gitti... Makinenin markası “Light” olacaktı galiba. Maalesef o fotoğrafın filmi evde vardı, şimdi bulamıyorum, kayboldu.
Fotoğraftakiler: Bediüzzaman Said
Nursi; Said Özdemir; elinde sepet olan hizmetin minibüsünün şoförü Hulusi Ok; yanındaki
astsubay Hasan
Okur; Üstadın arkasındaki Mehmet
Günay Tümer Kastamonulu, beraber kalmıştık, Prof. Oldu,
trafik kazasında
vefat etti; Ali Rıza
Öztürk; arkada sadece başı görünen
Abdülkadir Denizlioğlu,
sivil polis, irtica masası şefi, aslında o, çok da menfi bir adam değildi ama bizi bir zaman sabaha kadar Emniyet Müdürlüğünde bekletmişti; onun yanında başı öne eğik olan ….
Erzincanlı Refet Kavukçu vardır
ressam ve hattat. O Risale-i Nur'dan büyük levhalar yapmış ve Ankara Belediye otobüslerinde bunlar asılıp teşhir edilmişti. Bunlardan iki tanesi de Ankara Tren Garına asılmıştı. “Dur Yolcu…” diye. Ben bunlarında fotoğrafını çekmiştim. Fakat birini zayi ettim birisi duruyor."