Prof. Dr. Nuray Mert, AKP iktidarı döneminde ilk tasfiye olanlardan. Evinde buluştuğumuz Mert’e, gündeme ve kendisine dair birçok soruyu cevapladı. Tasfiye olduktan sonra neden konuşmadığını, medyanın akıbetini, çok tartışılan BDP otobüsü üzerindeki zafer işaretini, barış sürecini ve aile hayatını…
Dönemin başbakanının ‘Mert değil namert’ diye hedef aldığı ve medyada tasfiye olan ilk gazetecisiniz. Ama o günleri hiç anlatmadınız…
O dönem hiç konuşmadım çünkü mağduriyet edebiyatını sevmiyorum. Biz yine ayrıcalıklı konumda insanlarız. Medyanın bir kere gözle görülmeyen baskı altında kalmış birçok mensubu var. Bu yüzden cezaevlerine girmiş olanı, cinayete kurban gitmiş olanı var. Mevcut hal içerisindekiler de zor şartlar altında çalışıyor. Asıl baskı onlarda. Çünkü onlar geçim sıkıntısı içinde o işi yapmaya mecbur. Benimki de elbet göz ardı edilemeyecek bir şeydi. İnsan hakları gözleme dernekleri, uluslararası basın kuruluşları çok yakından ilgilenip ciddiye aldılar. Onun dışında ‘mağdur oldum’ demek tarzım değil. Şikâyet edebileceğim tek konu sadece geniş kitlelere ulaşma konusunda önümüze engel konulması.
Yıllar evvel ilk kez ‘sivil dikta’ dediğinizde, çok tepki almıştınız. Bugün ‘Sen haklıymışsın, biz göremedik’ diyenler var mı?
Çok oluyor ama bu benim için hiç önemli değil. 2009’da önce ‘sivil istibdat’ diye bir yazı yazdım, sonra Vatan’a verdiğim röportajda ‘Sivil dikta kaygısı taşıyorum’ dedim. Sivil diktadan da ziyade, askeri vesayet kalkıyor. Otorite sadece üniforma ile olmaz, bunun yerine sivil bir otoriter rejim geliyor diye kaygılarımı söylemiştim. Böyle söyledim diye olmasına gerek yok. Kâhin değilim. ‘Olacak’ da demedim. Kaygı duyduğumu söyledim. İşaretlerini görmüş olabilirim. Ki öngörü, gidişatı engellemek adına işe yarayabilir. Ayrıca bunları o zaman söylemek daha anlamlıydı. Şimdi haklı çıkmamın bir ehemmiyeti yok. O zaman bu gidişi engelleyecek bir dikkat, tedbir oluşturursa, bir manası var. Yoksa haklı çıkmışım ne yazar, memleket bu hale geldikten sonra. Haksız çıkmak işime gelirdi. Keşke haksız çıksaydım. O zaman söylediklerim insanların aklına yatmayabilir. Ama en azından bir tartışma başlatmak, ciddiye alıp ‘Acaba?’ denilmedi. Hemen bir karalama kampanyası yapıldı.
Türkiye’deki sorunlardan biri de bu kampanyalar olsa gerek…
Kesinlikle. Siz bir şey söylüyorsunuz hemen bir kampanyanın hedefi haline geliyorsunuz. Bu barış sürecinde de oldu, hâlâ oluyor. Asla bir tartışma zemini oluşmuyor, ithamlara maruz kalıyorsunuz, asla söylemek istediğiniz şey tartışılmıyor. Boğmaya çalışıyorlar.
AK Parti içinde yakından tanıdığınız isimlerin olduğu biliniyor. Aralarında sizi şaşırtanlar oldu mu?
Kolay kolay şaşırmam. Gerçekçi bir insanım. Kimseye çok fazla anlam yüklemem ama buna rağmen çok şaşırtanlar oldu tabii ki. İsim vermem. Dostluk fasılları başka bir alandır, mevzu bahsedilmez. Zaten şaşırdığım da benimle ilişkileri değil, genel gidiş. Söylediklerine, savunduklarına, yaptıklarına bakıp bakıp inanamadığım birçok şey oluyor.
Bir dönem muhafazakâr camianın kadınları arasında epey popülerdiniz. Şimdi, bir zamanlar güvendikleri fikirlerinizden dolayı sizinle iletişimi kesenler oldu mu?
Zaten farklı siyasi fikirde olduğunuz zaman fikirler ayrılıyor. Bunlara rağmen dostluk sürdürmek çok istisnai durumlar dışında mümkün olmuyor. Olduğu dönemlerde geçici oluyor. Kamuya fikir beyan eden herkes siyasidir. Dolayısıyla irtibatımızın olması düşünülemez. Onların irtibat kesmesiyle alakalı bir şey değil. Ben istemem zaten. Yazılan çizilen, o fikirlere sahip, rahatlıkla söyleyebilen biriyle bambaşka dünyalardayız demektir. Neden bir arada oturup çay içeyim.
Barış sürecini, geldiği noktayı nasıl yorumluyorsunuz?
Biz fanilerin görebildiği kadarıyla kanaat bildirebilirim. Nasıl bal, bal demekle ağız tatlanmıyorsa, barış barış demekle de barış gelmiyor. Dolayısıyla bu iş olur olmaz şeklinde kestirmeci bir yaklaşım içinde değilim ama kaygılarım devam ediyor. Başında da endişe verici nokta olarak iktidarın, devletin (artık ikisi aynı) Kürt meselesine bakışıyla, çözümden anladığıyla Kürt tarafının bu meseleye bakışı, sorununu tanımlama biçimi ve çözümden barıştan anladığı arasında ciddi bir makas olduğunu düşünüyorum.
Aynı düşünüyor olsalardı masaya oturmazlardı zaten…
Doğru. Bu süreçler böyle başlar zaten. Ama uzun zaman içinde bu makasın biraz kapanması, daralması lazımdı sürecin rayında gitmesi için. Ama bu intibada değilim. Kaygılandığım da bu. Bir yandan müzakere sürecindesiniz, örgütün lideri ile görüşüyorsunuz. (Bunu destekleyenlerdenim) ama IŞİD söz konusu olduğunda IŞİD ve PKK’yı eşitliyorsunuz. PKK’yı bir anda hayır cemiyeti konumuna koymalarını kimse beklemiyor ama IŞİD’le aynı pozisyona koyduklarında, örgütle yaptıkları müzakereyi hangi zemine oturttukları sorusu ortada kalıyor. İkincisi PKK’ya sempati duyan tabanla nasıl barışacaklar? Onlar nezdinde bu dilin hiç değişmemesi, zaman zaman milliyetçi yerlere savrulması, müzakere yapan bir iktidarın “Bunları nasıl söyler/” dedirtecek söylemleri endişe verici. Bazı entelektüel, okumuş yazmış insanlara hayret ediyorum. “Bunlar seçim taktiği” denmesi, dillerinin bu kadar rahatça savrulması sorun çıkarır. Türk kamuoyunun barışa hazırlanması açısından ciddi bir sorun. PKK çizgisini destekleyen barışmak, demokratik çerçeveye çekmek istedikleri taban için de sorun.
BDP otobüsü üzerinde yaptığınız zafer işareti çok konuşuldu. Kimilerine göre PKK sempatizanı oldunuz, kimilerine göre Türk düşmanı…
Valla barış süreci bana yaradı. (Gülüyor) Bu konuda açılmış birkaç dava var hakkımda. Bazıları düştü. Bazıları takip edilmiyor herhalde bekliyor öylece, Demokles’in kılıcı gibi. Bunun örgüt sempatisiyle alakası yok. BDP öncülüğündeki Bağımsızlar Barış ve Özgürlük Platformu’nun organizasyonuydu. Biz de o adayları destekleyenlerdendik. Dolayısıyla seçim sonrasına rastlıyor. Seçimlerde de gittim bölgeye. Herkes adaylarla bir yere dağılmıştı, mitinglere katılmıştı. O işaret seçim sonrasındaki kutlamada oldu. Ahmet Türk davet etmişti. Seçimden zaferle çıktık işaretiydi. Öylesi platformlarda aynı şeyi yine yaparım.
Gizli örgüt olsa, kendini dizide ifşa etmez
14 Aralık medya operasyonunu nereye koyuyorsunuz? Gerçekten paralel bir yapı var ve ona mı yapıldı bu operasyon?
Paralel yapı, örgüt iddialarını yutacak biri değilim. Şimdiye kadar cemaat çevreleriyle hep belli bir mesafe içinde oldum. Çünkü milliyetçi ve devletçi buluyorum. Dünya görüşüme uymuyor. Ama güzel dostluklarım, ahbaplıklarım da var. Başörtüsü mücadelesi verilen, muhafazakâr kesime karşı yapılanlarda ortak olduğumuz noktalar da oldu. Hiçbir kesimle doğrudan bağlantılı olmadım zaten. Cemaatin Kürt meselesine bakışı noktasında da ayrı düştüğüm konular var. Ama paralel paranoyası, devletin uygunsuz icraatlarına karşı bahane bulmak isteyenlerin ürettiği tezler. En fazla işbirliğinden bahsedilebilir. Bu konuda eleştiririm. Bugüne kadar böyle bir iktidarı destekleyip meşrulaştırdılar, beraber birçok konuya imza attılar. Vatandaş açısından bu bir iktidar tablosudur. O iktidarın içinde cemaat vardır. Başka cemaatler yok mu? Daha geniş çaplı örgütlenmiş cemaatler var bildiğimiz kadarıyla. İktidar bunlarla ittifak içine giriyor. Demokratik bir ülkede vatandaşı ilgilendiren şey iktidar tablosudur. “İktidar onunla işbirliği yaptı, ötekiyle birlikte hareket etti.” Bu argümanlar ikincil meseledir. Bunun ötesinde ‘Örgüt var, çete var' söylemleri gerçekçi değil. Hayretler içindeyim. Hükümetin gazetelerinden biri özellikle her gün, bir örgüt şeması yayınlıyor. Aklı başında olan herkes aşağı yukarı iktidar tablosunu görüyor. Otoriter gidişe dur dediği için, zamanında ittifak ettiği kesimi tasfiye etme girişimi bu. Ama buna bir kılıf bulmak isterseniz söylenenlere inanmak durumundasınız. “Yolsuzluğu kendi içimizde hallederiz, şimdi paralel daha önemli” diyen aklı başında olduğunu düşündüğüm insanlar gördüm. Velev ki paralel yapı var. Bir vatandaşın bu yapıyla muhatap olma imkânı yok ki. Muhatap olacağımız şey kurumlar, siyasi yapılar ve iktidardır. Her olan bitenden de siyasi iktidar sorumludur. İcraatı esnasında şikâyet ettiği bir şey varsa, onun üzerine gitmek de iktidarın görevi.
'Biz safmışız, kandırılmışız' diyorlar ama…
Böyle bir şey olabilir mi? Bir yandan güçlü olduğunu iddia eden bir iktidar, diğer taraftan herkese ne kadar güçsüz, saf, kandırılmış bir çocuk imajı oynuyor. O derece saf bir iktidar tablosuysa, zaten memleketi yönetme ehliyeti yok demektir. Belki bugün de bir başkası kandırıyor. Nereden bileceğim? Paralel söylemine bakınca, öyle geniş bir ağdan bahsediyorlar ki, bundan hiç haberleri yokmuş, elleri kolları bağlıymış, saflığından bu yapıya teslim olmuş bir iktidar var sanırsınız. Eğer gerçekten böyleyse bu iktidarın ülkeyi yönetme ehliyeti yok demektir. Dün başka bir şey bugün paralel, bugün paralel yarın başka bir şey olacak. Hiç inandırıcılığı olmayan şeyler. İktidarın uygulamalarına kılıf arayanların söylemi.
Gizli örgüt olsa, kendini dizide ifşa etmez. Soğuk Savaş döneminde komünistler böyleydi. Anarşist, komünist aranırdı her bir şeyin arkasında. Bunlar otoriter rejimlerin çok bilindik taktikleri. Düne kadar son derece yakınında yer alanlar, camianın televizyonlarına çıkan, gazetesinde yazan, toplantılarına giden, övgüler dizen herkes saf anladığım kadarıyla.
Ya bir dönem içinde yer alanlar?
Övgüler yazanları geçtim, cemaatin içindeki yaşlı başlı bir adamın dönüşünü o kadar çok yadırgadım ki. Aşikâr bir şekilde korkusunun esiri olması. Bu beyefendi cemaatin içindeydi, sanki birtakım kötü işler olmuş ama yıllarca itiraz etmemiş gibi. Ama 15 yaşındaki bir delikanlı değil ki, “Ben orada kameramandım bilmiyorum” desin. Kalkıp bir iki günde kendini bu grubun dışında gösterip, cemaati hedef haline getirmesi aslında ülkedeki yozlaşmanın işaretlerinden. O yüzden beni ilgilendiriyor. Bu tür otoriter rejimlerin en kaygı verici taraflarından biridir kişiliklerin bozulması. Daha doğrusu bu tür kişilik yapılarının ortaya çıkması, çoğalması. Bunun bir çıkar yol olarak görülmesi, meşrulaşması, yadırganmaması. Birdenbire belli ve bariz nedenlerle (korkma, sakınma, kendini koruma) dönüş yapması, yetmiyormuş gibi mahkemede tanık olması, bu yaşımda görmekten rahatsız olduğum şeyler. Ne şahıs ne de bulunduğu yapılar beni ilgilendirir. Ama bu tablo çok yadırgatıcı, çirkin bir tablo. Böylesi tutumlar ümidimi kaybettiriyor. İnsanlara anlam atfettiğimden değil. Bu derece savruluşa tanık olmak umut kırıcı.
Benim vergilerimle yurtdışında ne diye okul açacaklar!
Erdoğan’ın yurtdışındaki Türk okullarını kapattırmaya çalışmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Doğrusu öyle bayrak dalgalandırma hevesinde olan, milliyetçi bir insan değilim. Emperyalist düşüncelerim yok. Ama bu okullar benim için bir dış ilişkiler meselesi. Ayrıca iki sene öncesine kadar övdükleri, destekledikleri, gururla sundukları okulları kapatmaya çalışmaları akıl alır gibi değil. Türkiye’deki insanları sindirmeye, ikna etmeye çalıştılar “Biz safmışız, fark etmedik” diye şimdi bu saflığı uluslararası boyuta taşıyorlar. Bu çok ciddi bir imaj sorunu. Neymiş efendim cemaatin okulları şer yuvasıymış, kara propaganda merkeziymiş. Daha ikna edici argümanlar bulmalılar. Bir ülkenin desteklediği, övdüğü kurumlara sonradan ‘Desteklemiyorum, bunları hemen kapatın. Bunlar hükümetin düşmanı’ demesi karşısındakileri de düşündürür. Bir de devlet kendisi okul açacakmış, okulları satın alacakmış. Benim vergilerimle ne diye yurtdışında okul açacaklar? Bu benim gibi düşünenlerin destekleyeceği bir şey değil. Ve oraya nasıl öğretmen atayacak? Oradaki öğretmenlerde gönüllülük esası var. Böyle bir misyon içinde hissediyordur kendini, mağdur olacağı yerlere gidip, çile çekmeyi göze alıyordur. Bu bir tercihtir. Ama bunu kalkıp, imparatorluk misyonuna, resmi politikaya çevirmek almışız. Bu işi sivil toplum yapar. Sivil toplum dışına çıkarsa sorunludur.
Demokratlık taslayıp, her iki tarafı idare edenler var
Aydınların iktidara angaje olması çok tartışılıyor. 12 yıllık süreçte nasıl bir aydın profili oluştu?
Bu arkadaşların bir kısmı zaten devletçi zihniyete sahip. Dolayısıyla şu anda zaten muktedir devlet olduğunu düşündükleri bir çevreyi’ partiyi çok gözlerinde büyütüyorlar. Başkaları tezlerinin hâlâ doğru olduğunu, AKP'nin Türkiye'yi demokratikleştirecek dinamik olduğunu düşünebilir. Etyen'le tartışmalarımız oldu ama inanın en namuslularından biri o. Çok net bir şekilde, kendine göre bir Türkiye tanımı var. AKP'nin her şeye rağmen ne kadar demokratik bir dinamik olduğunu anlatmaya çalışıyor. Ne kadar ikna olursanız. Beni ikna etmez o ayrı. Ama daha kötüsü var. Dün söylediklerini bugün inkâr edenler. Hâlâ demokratlık taslayıp, eşe dosta şikâyetçi olup, entelektüel arkadaşlarının yanında muhalif, yazı başına geçince durum kurtarma işi yapanlar var. Dün ak dediğine bugün kara diyenler var. Asıl yadırgadığım inanmadığı halde, zaman zaman her iki tarafı da idare etme kaygısı içinde olanlar var. Aslında inanmadığı, ikna etmediği şeylere çok fazla telaffuz etmemek için gayret sarf edenler.
Okul dışında neler yapıyorsunuz?
Son zamanlarda evcimen olmayı tercih ediyorum. Çünkü evde rahat çalışabiliyorum. Üniversitede olmuyor çünkü. Gelen giden oluyor, kısıtlıyor. Aileye çok bağlı biriyim. Çoğu vaktimi, beni büyüten halamla geçiriyorum. Üç tane kız yeğenim var, halayım yani. Onlarla çok vakit geçiriyorum. Postmodern bir geniş aile.
Yalnız değilsiniz yani…
Ailenizle vakit geçirmeyi severseniz zaten çok yalnız olmuyorsunuz. Gençliğimden beri çok önemserim ailemi. Orta yaşta da öyle oldu. Çocuklar büyüyor hepsinin talepleri var. Onlarla çok fazla vakit geçirdiğim için fazla sosyal oluyorum. Şikâyetçi değilim, ama…
Yoruyorlar galiba…
Siyasal aktivizm merakı olan biriyim. O tür aktiviteler de çok oluyor. E kızlar da olunca yoruluyorum galiba. O yüzden daha çok evde çalışmayı seviyorum. Seyahat ediyorum sık sık. Eskiden daha çok Ortadoğu'ya gidiyordum şimdi biraz oralar kapandı. Ama benim seyahat anlayışım, gezme anlamında değil. Gezmek ayıp değil ama ben ona yatkın değilim. Geçen sonbaharda Rojava'ya, Erbil'e, İran'a gittim bir toplantı vesilesiyle. Böyle fırsatları sonuna kadar kullanmak istiyorum.
Akademi dünyasındakiler genellikle asosyal olmakla özdeştirilir.
Çok tipik bir akademisyen değilim. Politik bir tarafım olduğu için olmuyor. Daha renkli bir hayatım var. Ama bu yaşlarda fazlası yoruyor insanı.
Sürekli ‘Bu yaşımda, bu yaşlarda' diyorsunuz. Yaşlanma tedirginliği mi?
Değil. Orta yaşlar güzel yaşlar. Kafanızda bir sürü şey daha yerli yerine oturuyor. Dolayısıyla insan bu yaşlarda alanıyla ilgili daha fazla çalışmak istiyor. Bana öyle oldu yani. Gençken de kendinizi geliştirme ihtiyacınız var. Ama sanki bazıları olmuyor. Orta yaşlarda insanlar belli bir birikimi elde etmiş oluyor. Ve böyle bir birikim üzerine insan daha çok meraklı oluyor. Parantezler daha da çoğalıyor. O yüzden daha çok vakit harcamak istiyorum merak ettiğim şeylere. Hatta öğrenmekten yazmaya fırsat bulamıyorum, engelliyor kitap vs. yazmamı.
Maalesef. O bakımdan çok yoksunum. Düz bir insan haline geldim. Kız kardeşim beni çok suçluyor sanatla ilgilenmediğim, tekdüze olduğum için. Aslında başlangıçta bu tür şeylere meraklı olduğum için, sosyal bilimlere yöneldim. Ama zamanla evriliyor işte. Şimdi eğer roman okuyacaksam bile siyasi yönü varsa okuyorum. Ortadoğulu yazarları okuyorum.
Romantik ya da bir bilimkurgu filmi ilginizi çekmiyor olmalı…
Film izlemiyorum ki.
Ya tiyatro?
Tiyatroyu sevmiyorum.
Bütün aktivitelerde siyasi bir unsur aradığınız için olabilir mi?
Doğrudan siyasal mesajı olan şeyleri sevmem ama bir süre sonra ‘Deformasyon profesyonel' dedikleri şey oluyor. Bu bende çok oluyor. Sıradan bir film bile seyrederken, hep politik anlamlar çıkarıyorum. Roman alacaksam, yaptığım işle bağlantısı olmasına dikkat ediyorum.
Bu sizi rahatsız etmiyor mu?
Rahatsız oluyorum ama hep böyle bir eğilim içerisindeyim. Diyorum ya deformasyon bunlar. Çocukluğundan beri siyaset seven biri var mı bilmiyorum ama çocukluğumdan beri siyasete düşkündüm. Okuma yazmayı ilk öğrendiğim zamanlar özellikle çok sıkılıyordum. Gazetelerde benim bilemeyeceğim kelimeleri görünce moralim bozuluyordu. Mesela koalisyon kelimesinin anlamını bilmiyorum diye ağlamışlığım var. “Ben bunları ne zaman öğreneceğim?” diye üzülürdüm. Kimse siyasetçi değil ama eve çok gazete dergi girerdi. Dün gibi hatırlıyorum. O zaman galiba asker cumhurbaşkanı var bir dergi kapağında. Annemler imalı imalı gülüşüyor. O kapaktan bir şey anlıyorlar. Ben bunu anlamıyorum diye kahroldum mesela. Sonradan fark ettim ki bu hiç de normal bir çocukluk değil. Fen bilimlerine, hayvanlara, uzaya meraklı olabilir bir çocuk. Ama niye ilk merak ettiği şey, koalisyon olsun? Yani deformasyona uğramam kolay oldu. (Gülüyor)
Siyaseti bu kadar seviyorsanız, neden siyaset yapmıyorsunuz?
Aktif siyaseti sevmiyorum. Anlama çabasını daha önemseyen biriyim. Ayrıca kolektif çalışabilen biri değilim. Hiç kimse herhalde yüzde yüz içinde bulunduğu politik ortamla anlaşmaya çalışmıyor. Birileri yüzde yüz anlaşmıyorsa, ben yüzde elli bile anlaşamam. Çok titizlenmekten, entelektüel titizliği başladı bende. Her tarafı sorgularsanız zaten mevcut siyasi yapılardan birinde bulunamazsınız. Bazıları bunlara rağmen bunu bir tarafa koyuyor ve siyaset yapıyor. Ama hiç öyle değilim. Ayrıca kontrol frik yani kontrol hastasıyım. Dolayısıyla kolektif çalışamam, çalışsam da, hiç kimsenin çalışmasını yeterli bulmam. Kimseye baş ağrısı olmayayım diye de girmem kolektif işlere.
Yıllardır sivri dilinizden mahrum etmediniz kimseleri. Ancak son zamanlarda fikirlerini ifade edenlerin durumu ortada. Aileniz “Nuray yeter artık, tut şu dilini” diyor mu?
Demez olurlar mı? Annem, halam. Söylediklerimden memnunlar tabii. Ama her aile gibi de kaygı taşıyorlar. Yeğenlerim başta olmak üzere. Çok politik çocuklarda değiller ama özellikle en küçük olan 12 yaşındakinin derdi büyük. Bir zamanlar televizyonda görünürken, birdenbire kayboldum. O dönem beni çok suçladı. “Nasıl böyle bir imkânı reddedersin? Başbakan'a karşı bir şey söylemişsin. Nasıl böyle bir şey yaparsın?” diyor. (Gülüşmeler) En büyük derdi buydu. Bunun dışında seyahat ettiğim zamanlar kaygı duyuyorlar. Bir de özellikle başım bir aralar çok sıkıntılıyken, cezaevine girerim diye korktular.
Siz korkuyor musunuz?
Hayır. Bir dava uğruna ölmek istemem, o kadar da uzun boylu değil tabii ki (gülüşmeler). Ama çok seçim de yapamıyorsun. Bu bir öncelik meselesi. Her şeyi söylemezsen ölmezsin tabii ki ama bazı şeyler var ki, söylemekten çekiniyor olma duygusu, ödenecek bedelden daha ağırdır. Hiç kimse deli değil. Aklı başında olan herkes korkar. Kendime diyorum ki: “Bunu yapmazsam içinde bulunacağım ruh haline katlanabilir miyim? Katlanamam. O zaman söylemeliyim.” Şimdi bol keseden atıyorum ama fikirlerimden dolayı gireceksem cezaevine de girerim, na’payım yani. Konforu seven ve buna alışık bir insanım. Ama ne yapmalıyım diye düşündüğüm dönemlerde hep söyleme, ifade etme duygum ağır bastı. Yoksa kendime saygımı kaybederdim. Kimsenin kendine saygısı yok demiyorum. Sadece kendime saygı duyma eşiğim böyle yüksek bir yerde. Kendime ilişkin beklentim böyle. Onun dışına düşersem, katlanamıyorum.
ZAMAN