Bir kere o zamanın insanları, dile oldukça hâkimdiler.
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) getirdiği Kur'ân-ı Kerim, her şeyden evvel bir lisan mucizesiydi ve Araplarda da o zaman en yaygın olan sanat, dil ve edebiyattı. Muallâka şairlerinde de görüldüğü üzere, âdeta gerçek söz sultanları o dönemde yaşamıştı. Mâmafih, Kur'ân-ı Kerim ve
Allah Resûlü'nün sözleri karşısında dilleri tutulan bu dil ve beyan üstadları, Kur'ân ve hadisler karşısında kalemlerini kırıp, secdeye kapanmışlardı.
Meselâ, bunlardan biri olan Hansâ, başlı başına bir şiir üstadıydı. Cahiliye döneminde ölen kardeşi Sahr için söylediği mersiye, öylesine içtendir ki, bugün bile hâlâ gözlerimizi yaşartır. Bu kadın, gerçek beyan sultanı Allah Resûlü'ne öylesine bağlanmıştı ki, Kadisiye'de dört oğlu da, sinelerinden yedikleri mızraklarla arka arkaya şehit olurlarken, bulunduğu yerde bunu hissetmiş ve insanî yönleriyle bir taraftan kıvranırken, diğer yandan da: "Allah'ım, bana dört oğul vermiştin. Dördünü de Habîb'inin yolunda
kurban ettim; Sana binlerce hamd olsun!" (İbn Esîr, Üsdü'l-gâbe, 7/90; İbn Hacer, El-İsâbe, 7/616; Ömer Rızâ Kehhâle, A'lamü'n-nisâ, 1/370) deyip iman, Kur'ân, İslâm ve Hazret-i Sahib-i Kur'ân'a mazhariyetin şükrünü eda etmişti.
Bu kadın, şiir ve söz söylemede de öylesine mahirdi ki, kâfirleri hicvedip İslâm'ı yücelttiği için Resûlullah'ın, kendisi hakkında: "Allah'ım, onu Rûhu'l-Kuds'le destekle!" (Buhârî, salât 68; Müslim, fedâilü's-
sahabe 151-152) diye dua buyuracağı Hassan b. Sabit'in, Cahiliye'de dört mısralık bir şiirinde sekiz yanlış bulmuş ve bir söz üstadı olduğunu ortaya koymuştu.
İşte böyle söz sultanı bir kadın bile, Kur'ân ve Allah Resûlü'nün nurlu sözleri karşısında şiir söylemeyi bırakmış, kendini O'nun söz zemzemesi içine salmıştı. Sadece o değil, o dönemin insanları büyük çoğunluğu itibarıyla söz ustaları ve söz sultanlarıydı. Kur'ân-ı Kerim ve hadis-i şerifler karşısında söz söylemeyi bırakmış, bütünüyle kendilerini Kur'ân'ı ve hadisi terennüme salıvermişlerdi. Bunlar ve bunlardan sonra gelenler, birer söz kimyageri, hadis kimyageri olarak Resûlullah'ın sözünü başka sözlerden rahatlıkla tefrik edebiliyorlardı.
Onlar Hafızada Dâhî İdiler
Bir başka sebep de, o kutlu zamanın kutlu insanları birer
hafıza dâhisiydiler. Bugün, Kur'ân'ı dört ayda ezberleyene dâhi gözüyle bakılıyor; Elmalılı
Hamdi Yazır Efendi gibi bir kabiliyetin Fransızcayı altı ayda öğrenmesi harikulâdeden sayılıyor. Hâlbuki o günün insanları bunların çok çok ötesindeydi.. ve pek çoğu itibarıyla harikulâdeydi.
Bunlardan, müsteşriklerin boy hedefi sayılan ve bu sağlam sütunu yıkarak, dinin önemli bir temelini dinamitlemeye çalıştıkları Hz. Ebû Hüreyre, duyduğu bir şeyi ikinci bir defa tekrar etmeye lüzum görmeden ezberleyen bir hafıza dâhisiydi.
Zeyd İbn Sabit, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine, "Sen biraz İbraniceyi belle." dediği zaman, 15-20 gün içinde
mektup yazıp, mektup tercüme edecek kadar İbraniceyi öğrenen ayrı bir dâhiydi... (Tirmizî, istizan 22, Ebû Dâvûd, ilim 2;
Ahmed b. Hanbel, El-Müsned, 5/186)
Sahabenin ünlü hadis hafızlarından Hz. İbn
Abbas, daha sağlığında, "Ümmetin âlimi" mânâsına "Hıbrü'l-Ümme" unvan-ı âlîsini almıştı... Âişe Validemiz, aynı şekilde bir hafıza kahramanıydı. Onlar, duyduklarını bir defada ezberleyen ve bir daha da unutmayan insanlardı ve sahabe içinde daha bunlar gibi yüzlerce insan vardı.
Tâbiûn-u izâm da bunlardan hiç geri değildi; meselâ, yine müsteşriklerin baş düşmanlarından olup, Ömer İbn Abdülaziz döneminde ilk defa tasnif şeklinde, kalemi eline alan ve hadis telifine girişen İbn Şihab ez-Zührî, başlı başına bir dâhî idi. Ebû Hanife ile karşılaştığında: "Ben, duyduğumu hiç unutmadım." diyen âmâ Katâde İbn Diâme, devâsâ bir kâmetti. Tâbiûnun büyük fakihlerinden meşhur
İmam Şa'bî'nin dehâsi İbn-i Ömer'in takdirini celbedecek seviyedeydi. Ebû Hanife mektebinin imamlarından İbrahim İbn Yezid en-Nehaî ve: "Duyup da unuttuğum bir şeyi hatırlamıyorum." diyen İmam Şafiî, hep birer hafıza dâhileriydiler.
Düşünce Ufkumuzu Aşan İlim İştiyakı
Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) on yıl hizmetinde bulunan şerefli sahabi Enes İbn Mâlik'in azadlısı ve tâbiûnun rabbânî, büyük imamlarından
Muhammed İbn Sîrîn ve bir de kendisi gibi rabbânî, efendisi Hz. Enes'in adını taşıyan kardeşi Enes İbn Sîrîn... Bu zat diyor ki: "Kûfe'ye geldiğimde, Kûfe camilerinde hadis
derslerine dört bin insanın devam ettiğini gördüm." (Râmehürmüzî, el-Muhaddisü'l-Fâsıl, s. 560) Bir şehrin camilerinde dört bin (4.000) talebe hadis okuyor. Aynı şekilde, Şam'da bin beş yüz (1.500) insan Ebu'd-Derdâ'nın ilim halkasında.. Kûfe'de, Enes İbn Sîrîn'in verdiği bilgiye göre 400 de fakih vardı. (Râmehürmüzî, El-Muhaddisü'l-Fâsıl, s. 560)
Ne demektir fakih ve dört yüz fakih? Bugün, bir milyarlık İslâm âleminde 400 fakih yoktur. Fakih,
Kitap, Sünnet ve icmâyı malzeme olarak kullanıp, dinin emirlerini istinbat gücüne sahip olan kimse demektir. Ebû Hanife fakihtir; İmam Ebû Yusuf fakihtir; İmam Muhammed fakihtir; İmam Şafiî fakihtir; İmam Mâlik fakihtir. Bir milyon hadisin hâfızı Ahmed İbn Hanbel hakkında bu tabiri rahat kullanamamışlar. Kullanmayanlardan biri olan Ebû Cafer Taberî, "Ahmed İbn Hanbel fakih değildir." deyince Hanbelîler evini taşlamışlardı. Ahmed İbn Hanbel, fakihtir veya değildir ama Taberî'nin bu sözüyle, fakih olmanın keyfiyeti hakkında bize anlattığı bir gerçek var.
İşte, tâbiîn döneminde Kûfe camilerindeki hadis derslerine devam eden dört bin kişinin içinde, dört yüz fakihin bulunması da bence bu zaviyeden ele alınmalıdır.
O dönemde ilim iştiyakı bu derecedeydi ve hadis, mazhar olduğu alâka ve iştiyak ile her şeyin önünde idi. Bir tek hadis, beldeler aşırı seyahatler tertip edilecek derecede önemliydi.
Hadis imamlarının bir tek hadis için yaptıkları göçler, ona karşı duydukları alâka dillere destandı. Onlardaki bu derin alâka ve iştiyak, zamanla sarrafın altına vukûfu ölçüsüne dönüşecekti ve dönüştü. Bu vukûfiyet, yalnızca hadislerin metniyle alâkalı da değildi; hadislerin sıhhati bakımından pek mühim olan senedlerini de içine alıyordu.
Hadis'in dev imamı İmam Buhârî
Burada önemli bir misal olarak İmam Buhârî'yi hatırlayabiliriz. İmam Buhârî, Bağdat'a geldiğinde, ilmî derecesini, hıfzını ve hadise olan vukûfiyetini ölçmek için, çok kalabalık bir ders meclisinde, orada bulunan on zat, kendisini
imtihan eder. Her biri, on ayrı hadis okur, ama senedleri altüst edilerek, ravilerin yerleri değiştirilerek, yani senedin birindeki ravinin yerine başka birini koyarak, yüz hadisi birbirine karıştırıp ona okurlar.
Söz gelimi; meşhur niyet hadisini Yahya b. Said el-Ensarî, Muhammed b. İbrahim et-Teymî'den, Teymî, Alkame b. Vakkasi'l-Leysî'den, o da Hz. Ömer'den rivayet eder. Fakat bu hadis, Buhârî'ye, Yahya b. Said'in yerine başkası, Alkame'nin yerine bir başkası ve Teymî'nin yerine başka bir ravi geçirilerek arz olunur.
Evet, tam bunun gibi yüz hadis, senetleri karıştırılarak Buhârî'ye okunur. İmam Buhârî, yüzüncü hadisin sonunda: "Birinci hadiste falan zatın yerine falanı koymuşsunuz; o hadisin sağlam olan senedi sizin söylediğiniz gibi değil, şöyledir." diyerek, birinciden yüzüncüye kadar her hadisi asıl senedleriyle okur ve orada bulunan âlimler, onun hıfzını ve faziletini ikrar ederler. (Hatîb el-Bağdâdî, Târîh-i Bağdâd, 2/20-21; İbn Hacer, Hedyü's-Sârî, s. 487) Ayrıca İbn Huzeyme de İmam Buhârî hakkında: "Şu arz, şu
sema, bu konuda senin kadar vukuf sahibi ikinci bir kişiyi görmemiştir!" diyerek takdir ve tebcilde bulunur. (Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, 2/556; İbn Hacer, Tehzîbü't-Tehzîb, 9/45)
O Buhârî ki, ilmin şerefini korumuş ve onu dünya metaı hâline getirmemiş kadri celîl âlimlerimizdendir. Ona Buhâra emîri: "Gel, benim çocuklarıma hadis takrir et." dediğinde koca Buhârî: "İlim, hükümdarın ayağına gitmez; eğer hükümdarın ilme merakı varsa kendisi gelir, çocukları gelir, ders alırlar." cevabını verir. Bunun üzerine emir: "Çocuklarıma ayrı bir gün tahsis etsen." teklifinde bulunur. Büyük İmam: "Ben Ümmet-i Muhammed'e ders verirken, senin çocukların için hususî zaman zayi edemem." karşılığını verince, hayatının sonunu tecritte geçirir ve Allah, onu yalnız başına, gurbette ölmekle serfiraz kılar. (Zehebî, Siyeru A'lâmi'n-Nübelâ, 12/464-465)
İşte bu büyük imam, birisinden hadis almaya gider. O zatın yanına sokulduğunda bakar ki, külahını açmış, bir ata doğru uzatmış ve böylece atı yakalamaya çalışıyor. Atı yakaladığında İmam Müslim: "O külahın içinde bir şey var mıydı?" diye sorar. "
Hayır!" cevabını alınca: "Atı kandıran, insanları da kandırır!" diyerek, ondan hadis almadan geriye
döner.
İşte
sünnet, bu tahkik ve titizlik içinde tesbit edilmiştir. Hadislerin sayıca çok ve dolayısıyla içlerine pek çok uydurmanın karışmış olduğunu iddia edip, sahih hadis kaynaklarına ve sünnete dil uzatanlar, izahına çalıştığımız ilim aşkını, sünneti takip edenlerin nazarında sünnetin önemini ve sünnetin hangi şartlar altında ve kimler tarafından tesbit edildiğini görmezlikten gelerek, kendi çerik
çürük düşüncelerine, ruh aynalarına göre hüküm verirlerse yanılmış ve yanıltmış olurlar.
1 - Müsteşriklerin boy hedefi sayılan ve bu sağlam sütunu yıkarak, dinin önemli bir temelini dinamitlemeye çalıştıkları Hz. Ebû Hüreyre, duyduğu bir şeyi ikinci bir defa tekrar etmeye lüzum görmeden ezberleyen bir hafıza dâhisiydi.
2 - Tâbiûn döneminde Kûfe şehrinin camilerinde dört bin talebe hadis okuyordu. Aynı şekilde, Şam'da binbeşyüz insan, Ebu'd-Derdâ'nın ilim halkasındaydı. Kûfe'de, Enes İbn Sîrîn'in verdiği bilgiye göre dörtyüz de fakih vardı.
3 - O dönemde bir tek hadis, beldeler aşırı seyahatler tertip edilecek derecede önemliydi. Bu derin alâka ve iştiyak zamanla sarrafın altına vukûfiyeti gibi bir hal aldı. Bu vukûfiyet, hadislerin hem metinleri hem de senedleriyle alakalıydı. ZAMAN