Hep mutluluk hayalleri kurduk, belki de biraz sorunlarımıza, mutsuzluğumuzun sebeplerine eğilebilir, neleri kaybettiğimizin envanterini çıkarıp kalanlarla mutlu olabiliriz...
Kendini işe gidemeyecek kadar kötü hissettiği, “Hastayım, gelemiyorum!” dediği günden bu yana beş yıl geçmişti. Ne kadar dibe vurduğunu kestirememişti bile. Bunca yılını gündelik hayatın zorunluluklarına göre yaşamış, ‘kapana kısılmış’ duygusundan hiç kurtulamamıştı. Ender ‘mutlu’ olduğu anlardan birinde, mutsuzluğun, kişiliğinin tamamlayıcı parçasına dönüştüğünü ve mutsuzlukları farklı şekillerde tezahür eden çevre ile kuşatıldığını fark etti. Meğer mutsuzluk deryasında yüzmekteydi… O kim mi? Ben, sen, o, yan koltukta oturan ‘suratsız’ adam, biraz ileride bağıran kadın, villasındaki yalnız ihtiyar,
kent varoşunda yaşayan işsiz
genç, bulunduğu
sokakta, kurumda, mahallede, ülkede ‘öteki’lenen her kimse…
Herkese göre ve her an değişebilen ‘izafi’ bir duygu halini tasvir etmek zor olduğu gibi kötü olanı anlatıp ‘
şükürsüzlüğe’ düşme, ya da öyle algılanması
tehlikesi de var. Bir tarafta her an patlak veren skandallar, televizyon ekranlarını kaplayan ‘biz çıldırmış olmalıyız’ dedirten görüntüler, bir tarafta bizi sokaklara döken
futbol başarıları,
Davos’taki siyasi manevra, yeniden yakalanan bir başarı hali… Uzun yıllar bu sarkaç halinde hayat süren bir milletten ve bireyden söz ediyoruz. Mutsuzluk meselesini tartışmanın zorluğu, ne kadar ‘mutsuz ya da mutlu’ olduğumuzu ve bunun nasıl bir sosyal yapı oluşturduğunu kestiremeyişimizden kaynaklanıyor belki de. Birkaç yıldır ‘
Avrupa mutsuzluk endeksi’ çalışmalarında Türk
toplumu ilk sıralarda yer alıyor. Eurofound’un 2007
Eylül-2008
Şubat arasında 35 bin kişi ile yüz yüze
mülakat yoluyla yaptığı araştırmada olduğu gibi. Türkler, Avrupa’nın en mutsuz ikinci halkı.
Hayattan aldığı tatmin derecesine göre ikinci,
akıl sağlığı yerindeliğinde en geride. Bu çalışmayı eksik, hatalı bulmak ya da ‘Batı’nın bize oynadığı yeni bir oyun’ deyip yırtıp atmak mümkün. “Onlar kendi intiharlarına baksın” demek de… Ama görünen köy
kılavuz istemiyor, ‘biz niye böyle olduk’ meselesi kapanmıyor.
Sosyolog Nilüfer Narlı, 10 milyonu aşan
yoksul nüfusu hatırlatarak, “Eğer
yoksulluk paylaşılsaydı, bu kadar mutsuz olmayabilirdik.” diyor. Eski bir MİT müsteşarının da dediği gibi; bizi bu televole havaları, görgüsüzce harcamalar mahvetmişti. Narlı’ya
kulak verelim: “Esas mutsuzluk ‘yokluk’ duygusundan kaynaklanıyor. Beklentilerle elde edilecekler arasındaki orantının, mutsuzluğu belirlediğini
hesap edersek, kişilerin basın yayın yoluyla farklı hayatları fark etmesi ve insanları ‘rahat para harcayabiliyor’ görmesi yokluk duygusunu arttırıyor. Mutsuzluk, sadece bu yoksulluktan kaynaklanmıyor. ‘Göreceli yoksulluk’ dediğimiz başkalarının hayatlarının değerlendirilmesi söz konusu.” Narlı’ya göre, mutsuzluğa yol açan diğer etken hızla şehirleşen toplumda bireylerin birbiriyle çelişen değer yargıları taşıyor olması: “Yani bir sosyal kesimde bir hareket ‘kötü, yanlış, ayıp’ görülürken başka sosyal katmanda o gözle bakılmıyor, bu da insanda normsuzluk duygusu oluşturuyor.”
Her geçen yıl artan boşanma oranlarını dikkate aldığında, geleneksel
dayanışma kültürünün temelini oluşturan
ailenin de eskisi gibi ‘dingin bir
liman’ olmadığını düşünüyor ünlü sosyolog. Ve bu önemli bir tehlike: “Kriz anında sığındığı yer olan aile ve akrabalar arasındaki dayanışma ‘network’u zayıflıyor ve birey sosyal
destek ihtiyacını karşılayamıyor. Eğer ailede ve işte bu sosyal destek varsa kişi tükenmişliğe doğru gitmiyor.” Gittiği çok farklı ülkelerle karşılaştırdığında, rahatlıkla
Türkiye’deki insanların kaşlarının çatık, yüzlerinin kasvetli olduğunu söyleyebileceğini ifade eden Narlı yine de ümitli: “Yüzlerinde biraz kasvet var; ama o insanla konuştuğunuzda, gönlü alındığında gülümsüyor. Yani kasvet ruhlarına işlememiş.”
BAŞKALARININ HAYATINDAN A haberleri'>SANA NE!
“
Hayır biz mutsuz değiliz.” diyen yok. Sadece herkesin kendine göre sebepleri var. Orta
sınıfın mutsuzluğunu inceleyen Prof. Dr. Yankı Yazgan ‘başkalarının hayatı’ meselesine dikkat çekiyor. Kişi, kendisine yakın, daha dün aynı sosyal ve
ekonomik çevrede olduğu insanların, varlık ve statü değişimine bakarak mutsuz olabiliyor. Yani, ‘hiç tanımadığı birinin jeep’i değil de ‘amcaoğlunun
ikinci el Pejo’su mutsuz ediyor onu. Kendimizi yanı başımızda duran; fakat maddi yönden daha yukarıda olanla kıyaslıyoruz: “Çoktan alıştığımız zenginliğimiz, ‘bir fazla’sının yanında sönük kalarak bizi mutsuz etmeye yeter.” diyor Yazgan. ‘Başkalarının hayatına fazlasıyla dikizlenmiş’ bir toplumun mutsuz olması kaçınılmazdır bu yüzden.
Meselenin tarihsel bir boyutu olduğu inkâr edilemez. Yani tam da bir
medeniyet inşa etmiş iken gerisin geriye dönmek…
Tarih çalışmaları ile tanıdığımız Orhan Koloğlu, bugünkü hâlimizi, ‘yüzyılı aşkın zamandır Batı karşısında yenik düşme psikolojisi’ne bağlıyor. “
Osmanlı, zamanında Avrupa’nın hayranlığını kazanmış bir yapıya sahip oluyor. Sonra bunu kaybediyor ve geri kalıyor. Bütün
doğu ülkeleri de öyle. Tanzimat, bir çıkış girişimi ve çok hızlı bir değişme süreci başlatır.
Gülhane Hattı Hümayunu’nda Mustafa Reşit Paşa, ‘5-10 senede hem yeni kurumlar hem yeni kurallar alarak aşacağız.’ diyor. Dese ki ‘10 nesil sonra aşacağız’, kimse inanmayacak. Halbuki yüzyıllar alacak bir şeydir bu. Ondan sonra gelen bütün yöneticilerimiz ve aydınlarımız aynı aceleci tavrı takınmıştır. Biz ‘değişelim’ derken, Batı dünyası da hızla değişiyor. Yetişemediğimiz zaman bunalım oluyor. Toplumda,
siyaset, ekonomi, kültür… hiçbir şey yerine oturmuyor. Başaramıyorsunuz ve mutsuz oluyorsunuz.” Koloğlu, tarihçi gözüyle baktığında Türk toplumunun uzun süre bu bunalımı yaşayacağını söylüyor: “Bütün toplumun geleceğini, beyinsel gelişimini hedefleyecek gündelik politikadan uzak bir yapı gerekiyor. “ 367 siyasal hukuk
kriziyle, rogar çukuruna düşüp ölen çocuğun hikâyesi örtüşüyor bu yüzden; bir oturmamışlık hali tedirginlik kaynağı. Geçmişin kanatlandırıcı hatıraları ve geleceğin makul ümitlerine ihtiyacımız var.
UYGARLIK HAMLESİ YAPAMIYORUZ!
‘Türk Psikolojisi’ kitabının yazarı Doç. Dr.
Erol Göka, Türklerin hâlihazırdaki marazi psikolojisi ile ‘savaşçı bir millet’ olması arasında bağlantı kuruyor: “Savaşçı zihnin temel özelliği, fanatizme yatkın olması ve sorunları muarızını düşmanlaştırma ve düşmanı yok etme yoluyla çözmeye çalışmasıdır. Burada küçücük münakaşaların nasıl
yumruk yumruğa kavgalara, çocukların sokak kavgalarının nasıl aile savaşlarına dönüştüğünü, insan ilişkilerinde sorun çıktığında çözüm yolu olarak ‘dersini vermek’, ‘haddini bildirmek’, ‘façasını almak’, ‘dünyayı zindan etmek’ gibi yöntemlerin benimsendiğini uzun anlatmaya ne hacet...” Göka’ya göre, Türk toplumu ideolojik, etnik cemaatler halinde yaşamakta; ancak büyük bir başarı ve güçlenme durumunda birlik sağlanabilmektedir: “Güçlü olduğumuz dönemlerde, toplumsal segmentlerin (parçalar, bölünmeler) üstünü örtebilecek, sosyopatiyi entegre edebilecek bir değerler sistemi oluşturabiliyoruz. Ama zayıfladığımızda sosyopati her yerde kol gezmeye başlıyor. Her yerden çeteler çıktıkça, toplum giderek içine kapanıyor. Toplumumuz kendine özgü bir
modernleşme çabası içinde; ama önceki değerler sistemini de büyük oranda yitirmiş durumdayız.” Burada sözü geçen sosyopatinin; psikopatlıktan
seri katilliğe kadar uzanan bir rahatsızlık türü olduğunu da hatırlatalım. Göka, bir şeye daha dikkat çekiyor: “Savaşçı zihnimizin bu saydıklarımız dışında en büyük zararı, biz Türkleri uygarlık hamlemizden alıkoyması.” Sahi geçen yüzyıllar inşa ettiğimiz medeniyet, o ahşap evler, fotoğraflarına bakıldığında iyi bir ustadan çıkmış tablo hissi veren şehirler ve içindekiler nerede şimdi?
“Aslında mutsuzum; ama soranlara ‘
Allah’a şükür, iyiyim’ diyorum.” sözü bir siyaset bilimciye ait. ‘Mutsuzum, kötüyüm, ber
batım, tükendim’ demek üzereyken bile şükrederiz değil mi; hem
İslam’a uymaz hem de, ‘kötülük ifadeye taşınırsa çoğalır, dile gelirse başa gelir’ diye. Biz de memnuniyetsizlik ve kötünün ifadesi dile gelirken yumuşuyor bu yüzden. Hiç de
dindar olmayan modern hayatın bilindik yüzlerinden bir arkadaşınız her
akşam dua okuduğunu ve huzur bulduğunu söylediğinde şaşırmıyorsunuz artık. Acılarımızı hafifleten
inanç, gelenek ve dayanışma kültürümüze dair önemli parantezi biraz açarak işlerin yolunda gidip gitmediğine bakabiliriz.
Önemli bir görüş şu ki; bugünkü şehirleşme de eğer İslam’ın öğretileri ve ona sahiplenen gruplar olmasa ve büyükşehirlere yığılan insanlar teskin etmese bugün
İstanbul’un büyük bir
yangın yerine dönmesi ihtimal dışı değildi. Gelenek ve din her şeye rağmen mutlu olmayı sağlayan ya da mutsuzluğumuzu telafi eden en önemli unsur.
İlahiyat kökenli siyaset bilimci Doç. Dr. Bilal Sambur’a göre, manevi bir durum olan mutluluk, insana özgü ve ayrıcalıklı bir tecrübedir: “Sözde mutluluğu çok istememize rağmen, insanın manevi bir varlık olduğunu çok
ihmal ettik. Ancak bu manevi özel hal, hazır ve elde edilmesi kolay olan bir
nimet değildir. Ruh ve düşünce dünyamızın ince bir şekilde işlenmesi, olgunlaşması, gelişmesi ve farklılaşması için çaba göstermeli ve çalışmalıyız.
Mutluluk, uğrunda çalışılması gereken, fedakârlıklarda bulunulması gereken yüksek bir manevi haldir.” ‘Mutlu
azınlık’ tabirinin, geniş toplum kesimlerini mutsuz etme pahasına elde eden kesimlerin mutluluğunu ifade ettiğini de hatırlatıyor Sambur. Bireysel olarak mutlu olma fikrinin bizden uzaklaştırılması vardır ki, mutsuzluğumuzu derinleştiren önemli bir etkendir: “Etnisite, mezhep, sınıf ya da din gibi kolektif aidiyetleri, mutlu saymanın ölçüsü haline getiren ve birey olduğumuzu bize unutturan kolektivizm, hayatımızın her alanını kaplamış bulunmaktadır.” Bireyin ‘kendi’ olmasını engelleyen ve mutsuz kılan bir devlet sistemi vardır Sambur’a göre: “Bürokratik devlet, Kürtleri beğenmemekte, Alevileri tanımamakta, dindarlardan hoşlanmamakta, dinî kılık-
kıyafet giyenleri hor görmekte, kısacası kendi sınırlarının dışında olan hiç kimseden hoşlanmamaktadır. Devletin, duygu, düşünce ve inanç dünyamız dahil her yerde bulunması, bireyin kendi olmasını ve kendini
doğal olarak gerçekleştirmesini imkânsızlaştırmaktadır. Sonuç olarak devlet, hepimizi mutsuz hâle getirmiştir.”
Mutsuzluk bahsi açıldığında, herkes televizyon özellikle de ‘
ana haber’ meselesini açıyor. Restorandan saçları çekilerek kaçırılan kızın görüntülerini yüz kere tekrarlayıp
reyting devşiren, sonra da ‘ahlak dersi” veren anchormanı, mutsuz olma pahasına izlemeye devam eden, o müthiş kurnazlığını görmeyip zirveye taşıyan A, AB ve C grubu seyircisi bizleriz ayrıca. Mutsuzluğun ilk önce muhakemeyi tahrip ettiğini, öfkeli seyircinin kullanışlı bir mecraya dönüştüğü, mutsuz, öfkeli ve yılgın kitlelerin kısa vadeli siyasi mühendislikler için bulunmaz bir zemin sunduğu biliniyor olmalı. Yani haber bültenleri sadece bizi mutsuz etmiyor, mutsuz nisanlar üzerinden kamuoyu mühendisliği operasyonuna
hizmet ediyor.
Nazım Hikmet’in meşhur “Sen mutluluğun resmini çizebilir misin Abidin” cümlesinin geçtiği şiiri,
Küba’daki komünist rejim altında yaşayan ‘mutlu’ insanları betimler. Kollektif ideolojilerin mutluluktan çok mutsuzluk getirdiğini tarih bize öğretti; ancak konunun bir ‘bakış açısı’ olduğu da bir gerçek. Tıpkı, yıllardır
Almanya’nın sert akademik hayatında varlık mücadelesi veren ve mutsuz bir halde yaşayan Sibel’e, bunu nasıl aştığını sorduğumda verdiği cevapta olduğu gibi: “Beni mutlu etmiyorsa taşıdığım disiplinin ve düşüncenin ne olduğu beni ilgilendirmemeye başladı.” Bir yerde bir şeyleri değiştiremiyorsan bakış açını değiştirmek gerekiyor belki. “Güzel gören, güzel düşünür…” misali.
“Mutsuzluk, ahlaksızlıktır” diyen Prof. Dr. Ahmet İnam, mutsuzluğu neredeyse entelektüel bir tavır ve erdemmiş gibi gösterenleri ağır bir dille eleştirmişti geçen yıllarda. Mutluysan üretebilir, hayatı paylaşabilirsin, tasarladığın projelerin altında ezilmezsin İnam’a göre. Mutsuzluk ‘kutlu bir
isyan’ ve ‘entelektüel bir tavır’ değil, mutlu olmak da ‘aptallık’ değildir, dolayısıyla mutlu olmaktan da, mutlu görünmekten de korkmamak gerekir.
Bu bir temenni değil sadece. Mutluluk ve mutsuzluk arasındaki ince çizgi, mutsuzluğun yönetilebilir ve zaten yönetilmesi gereken bir olgu olduğunu gösteriyor. Umarız mutsuzluk tasvirleri kendi gerçekliğimizi gösterdiği kadar meselenin kavranmasına da hizmet eder. Mutluluğun resmini çizmek mi? O da size kalmış artık.
AKSİYON