Gündüz
infaz edilen idamlar halkta taşkınlıklara meydan veriyor, olayın dehşetinden etkilenenler sağa sola saldırıp başka ölümlere yol açıyorlardı. Ama onunki öyle olmayacak, bir ikindi vakti, ağır ağır darağacına doğru yola çıkarılacaktı.
Son sözlerini yazmak için kâğıt
kalem istedi. Ufak bir not kâğıdı uzattılar önüne. Başladı yazmaya. Kendini iyi ifade etmesiyle tanınan Başvekil Adnan
Menderes, darağacının gölgesinde o kâğıt parçasına bir
demokrasi manifestosu döktürecekti. Kimseden korkusu kalmamıştı. Ölümden öte yol var mıydı?
Başladı yazmaya. Dünyaya sağlığında bıraktığı son belgenin “eski yazı” dediğimiz
Osmanlıca olması ve hemen hiçbir imla bozukluğu ve cümle düşüklüğü olmadan yazılmış bulunması ise düşündürücüdür. Demek ölümü bile arzulayacak noktaya getirilebiliyormuş insan. Gerektiğinde ona bir sevgiliye koşar gibi koşabiliyormuş.
İlk satırı yazdı: “
Adnan Menderes’in idamından evvel son sözleri.” Sonra düşüne düşüne yazmaya devam etti:
Menderes’in idam edilmeden önce yazdığı son mektubun orijinali.
“Sizlere dargın değilim. Sizin ve diğer zevatın iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyorum. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki, Adnan Menderes hürriyet uğruna koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için sizlere müteşekkirdir.
İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendinizi yine de 1950’de olduğu gibi kurtarabilirdim. Dirimden korkmayacaktınız. Ama şimdi milletle el ele vererek Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Ama buna rağmen duam [bu kelimenin üzeri çizilip merhametim yapılmıştır] sizlerle beraberdir.”
O mahkemede ezilmiş, tükenmiş ve adeta canlı cenaze gibi bir görüntü çizen Menderes’in dimağı, bu son mesajında adeta tutuşmuş ve eski günlerini hatırlamıştır. Özellikle irticalî konuşmalarında zaman zaman edebî bir lezzet kazanan üslubu, Osmanlıcanın o zengin lügatinden bir çıkış yolu arardı. İşte 1
Mayıs 1960 tarihli
radyo konuşmasından birkaç cümle:
“Çok partili hayat birtakım müşkilata rağmen devam edip yerleşmekte... Ve her memleket meselesini milletin rey ve iradesiyle halletmek veya istikametlendirmek şuuru vicdanlarda kökleşmekte... Fakat memleket bütün bu güzel ve müsbet manzaraları ile göze gelmiş gibi, feleğin kahrı şeametli [uğursuz] bir nefes gibi üstünde dolaşmakta, sanki zehirli bir çöl rüzgârı gibi onun güzel renklerini soldurmaya çabalayarak esmekte... Ne için sevgili vatandaşlarım? Bu kin, bu husumet, bu ihtiras, bu kıskançlık ne için kurutucu bir çöl fırtınası gibi bu güzel vatanın üstünde estirilmek istenmekte?”
Evet ne içindi bütün bunlar? Memleketin üzerinde estirilmek istenen zehirli çöl rüzgârı kimin eseriydi? Daha da önemlisi, Menderes, “silahların gölgesinde yaşayan efendiler”den kimleri, hangi güçleri kastetmişti?
CHP’liler ve
İnönü’yü mü? Derin devleti mi? Yoksa bazılarının iddia ettiği gibi ABD’yi mi? Ya da yine bazılarının iddia ettiği gibi hakimiyetini ABD’ye kaptırmış olmanın telaşıyla harekete geçen
İngiltere öncülüğündeki
Avrupa’yı mı?
Mektubun dikkat
çekici cümlelerinden birisi,
Türkiye’deki “hürriyet mücadelesi”nin er geç kazanılacağına ilişkin vurguyla öne çıkıyor. Menderes’in hürriyet mücadelesinin başlangıcı olarak verdiği tarih, 17 yıldır ki, 1944’e tekabül eder. Demek ki
Eylül 1945’te CHP’den
ihraç edilmeden önceki ilk muhalefet günlerini hatırlıyordu Menderes. Şükrü
Saraçoğlu kabinesine güvensizlik oyu veren 7 muhaliften biri de o değil miydi?
‘Geç kaldınız, geç. Benim başımı asıl o zaman alacaktınız’, demeye getiriyordu idam sehpasının eşiğindeki Başvekil. İşte bu cümleden çözüyoruz,
mektupta Menderes’in hedefinin, ezelî rakibi İsmet İnönü olduğunu. Silahların gölgesinde yaşayan efendi, odur. ‘1950’de kurtardım’ dediği de odur. İktidara geldiklerinde paçası tutuşan İnönü’ye ‘devr-i sâbık” yaratmayacaklarını söyleyerek teminat veren, bir nevi onu kurtaran
Celal Bayar’la kendisi değil miydi?
Bakmayın siz İnönücülerin ‘Aslında İsmet Paşa Menderes’in idam edilmesini son dakikaya kadar istemedi’ yavelerine. Çünkü Bedii Faik’in de ustaca yakaladığı gibi, İnönü onun idamını son dakikaya kadar değil, “son dakikada” istememiştir. Ama zaten o son dakikada kimsenin (ABD Başkanı’nın bile) idamı önleyecek gücü kalmamıştı ki! Zamanlaması tek kelimeyle harikaydı İnönü’nün. Rakibinden kurtulmayı arzu etmiş ama son dakikada harekete geçerek üzerindeki şaibeyi de temizlemek istemişti. ‘Ne yapayım, gördünüz, elimden geleni bu kadardı’, diyerek de işin içinden sıyrılmayı becermişti.
Mektup devam ediyor: “Adnan Menderes’in ölüsü ebediyete kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir.” Yoksa bir kehanet karşısında mıyız? Ölüsü değil de ruhu, gün gelecek defalarca sandığa gömerek -yeni bir Menderes olarak ortaya çıkan Ecevit parantezi hariç- CHP’yi
siyaset meydanından silip süpürmeyecek midir? Ve bugün CHP’nin ensesindeki nefes, Türk halkının gönlünden hâlâ silinmeyen Menderes’in ruhu değil midir? Dolayısıyla bu son anından damıtılmış kehanet pekala tutmuş, yıllar sonra
İstanbul’a nakledilen kemikleri bile on binleri sokağa dökmeye yetmiştir.
Bana sorarsanız asıl çıkan kehaneti, ihtilalden sonra dostları tarafından bile
komik bulunan “Bütün bir millet arkamdan geliyor” sözleri olmuştur.
MUSTAFA ARMAĞAN - Zaman Pazar