Seçim günü uzay gemisinden paraşütle, hiç bilmediğimiz bir ülkeye indik. Burasının
Türkiye olduğunu öğrendik. Ülkenin gerçeklerini, nasıl böyle yanıldığımızı da yakında inşallah öğrenmeye başlayacağız!" Seçim ertesi yazısında böyle diyor
Emin Çölaşan... Ben de diyorum ki, keşke uzaydan gelmiş olsalardı; bir
uzaylı kadar
yabancı olsalardı bu ülkeye; daha çok şansları olurdu olup biteni anlamak için. Çünkü o zaman beyaz bir sayfa gibi önyargısız olurlardı. Kafalarındaki şablonlarla değil, samimi bir merak ve anlama isteği ile bakarlardı etraflarına. Şimdi aşılması çok zor bir dezavantajları var: Bir zamanlar edindikleri bilgilerin ve fikirlerin artık hurafelere, batıl itikatlara dönüşmüş olması ve onların bunu fark edememesi...
Hayır... Onların sorunu kesinlikle halktan kopukluk değil.
Sorun baktığını görememek, duyduğunu işitememek... Sadece kendi görmek istediklerini görmek, sadece işitmek istediklerini işitmek. Körleşmek... Gerçeği görmek, baktığınız şeye ne kadar yakın ya da uzak olduğunuzla, nerede konuşlandığınızla ilgili değildir yalnızca.
Gerçeği görmek cesaret işidir. Beğenmediğiniz gerçeklerle de yüzleşme cesareti ister. Bazen bu gerçeği çoğunluğu karşınıza alarak
savunma cesareti ister. Bu yüzden "kabileden" kovulabilir, o "belalı" gerçekle tek başınıza, yapayalnız kalabilirsiniz.
Hayat okulunda ustalıktan yeniden çıraklığa dönüp gerçek bir tevazuyla doğru bildiklerinizi unutup yeniden öğrenmeye başlamanız icap edebilir.
Gerçeğin peşindeyseniz bütün bunları göze almanız gerekebilir.
Oysa bunun bir de kolay yolu var ve bazı insanlar bunu yapıyor: Hayatlarının bir döneminde kafalarında bir şema kuruyor ve ömürlerinin geri kalan dönemini, duyduklarını gördüklerini, önlerinden akıp giden bütün olayları bu şemanın içine tıkıştırma gayreti içinde geçiriyorlar. O şemaya uymayanları ya reddediyor, ya görmezden geliyor ama asla şemalarından vazgeçmiyorlar. Ve bir gün, diyelim böyle bir
seçim anında, aslında tek bir şemaya indirgenemeyecek kadar zengin ve nüanslı olan hayat, bu tek boyutlu şemayı tuz buz ettiğinde büyük bir kaosa düşüp hiçbir şeyi anlayamaz hale geliyorlar.
İşte kimi "aydın"larımızın 22 Temmuz'da başlarına gelen budur. Onlar siyaseti hep bir zamanlar kurdukları "sağ-sol" "ilerici-gerici" şeması içinde açıklamaya çalıştılar, bu şemayı ilelebet geçerli sandılar. Şemanın hiçbir açıklayıcılığının kalmadığını, sağın solun birbirine karıştığını görmeyi reddettiler. Hayat müthiş hızıyla sağı solu birbirine katarak ilerlerken, insanları, toplumları ve partileri büyük bir hızla dönüştürürken onlar yerlerinde saydılar. Ne Özal'ı anlayabildiler, ne Erdoğan'ı... Globalleşme denen o büyük süreç, "sağcı" "takunyalı" "yobaz" "gerici" "şeriatçı" dedikleri kesimleri önüne katıp dünyayla birleşmeye doğru götürürken onlar yaratmak istedikleri büyük "milli
hapishane"nin gardiyanı kesildiler. Menemen'de takılıp kalmış kafalarıyla, gördükleri her takkenin, her türbanın altında şeriat için sinsi planlar yapan bir
beyin olduğunu sandılar. Değişimin açık delili olan ve gözlerinin önünde cereyan eden bütün olgulara da "takiye" deyip kandırdılar kendilerini. Özetle, ne yaptılar ettiler, gerçeği reddetmenin bir yolunu buldular ve o ilkel şemalarından vazgeçmediler.
Bu körleşme, somut bir menfaat için değilse eğer - ki çoğu için öyle değildi - "kendi zamanının geçmesi" korkusundan olabilir ancak...
Onlar, 60'lı yıllardan bu yana ülkenin fikir hayatı üzerindeki hegemonyalarını o şemalarla kazanmışlardı. "Dünyayı anlama ve açıklama" tekelini o şemalarla kurmuşlardı. Şemaları yıkıldığında o tekelin de yıkılacağından korktular.
Ama korkunun ecele faydası olmadı. Şimdi bu son hezimetle birlikte bir kez daha çöken şemalarının enkazı altında kaldılar, fikren ezildiler. 22 Temmuz, yıllardır sürdürdükleri despotik entelektüel iktidarlarının yıkılma tarihi oldu. Ne kadar ağıt yaksalar yeridir...
GÜLAY GÖKTÜRK/BUGÜN