Cenk Koray’ın aramızdan ayrılışının 8 yılında
Vefalı bir insana
vefa duyguları ile…
Cenk abi
İlk kez nasıl tanıştığımızı hatırlamıyorum. Hafızam bu konuda bana yardımcı olmuyor. Ama iyi hatırladığım bir şey var ki senin
diyaloga açık ve sempatik kişiliğin sayesinde aramızda öyle bir dostluk kurulmuştu ki hafta geçmez birbirimizi arardık.
Aklıma geldiğinde gülmekten kendimi alamıyorum, hatırlarmısın bir gün
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfına gelmiştin.
Sohbet ederken
telefonun çalmıştı da duyduğun haber karşısında yaptığın hareketleri- burada yazmayacağım- ama çok keyiflendiğin muhakkaktı. Telefonla gelen haber
Fenerbahçe’nin
Pendik Spora yenilip
Türkiye kupasından elenmesiydi.
Hasta
Beşiktaşlıydın. Gazetedeki ofisinde kütüphanene dayalı duran bir fotoğrafın dururdu. Fotoğraftaki halin dillere destandı. Fotoğrafında; şaşkın bakışların, büzülmüş ağzın ile kabahat işlemiş bir çocuk edası vardı. Bu fotoğrafın Fenerbahçe’nin Beşiktaş’a gol attığı anda tribünde çekilmişti.
Akşam gazetesindeki odanda birlikte çay içer sohbet ederdik. Çoğunlukla da dini konularda konuşurduk. Tabiî ki
futbol da sohbetlerimizin değişmez konusu idi. Bana Galatasaraylı olmana rağmen seni seviyorum diye devamlı takılırdın.
O yıllar vakıfta haftada bir 50/60 kişinin davet edildiği diyalog platformu sohbetleri düzenliyorduk. Hatırlarsan 8 Haziran 1999 Salı günkü konuşmayı sen yapmıştın. Konu başlığın
Allah ve İnsan’dı. O sohbetinden aklımda kalan ‘ben Allah’a inanmıyorum, ben Allah’ı biliyorum’ sözün oldu. Allah’a olan imanının ne kadar güçlü olduğundan bahsetmiştin.
Hep milletimizin Orta
Asya’da açmış olduğu okulları görmek istediğini, birlikte ne zaman gideceğimizi söyler dururdun. Bir fırsatını bulmuş beraber
Türkmenistan’a ve
Tataristan’a gitmiştik.
Türkmenistan’a gittiğimiz tarih 20/23
Şubat 1998’di. Gezi ekibimizde o günlerde
Sabah gazetesinde yazan Zeynep Göğüş ve
Le Monde gazetesinden Nicole Pope’da vardı. Okullardaki Türk bayraklarını görünce gözlerin yaşarmış ve ağlamıştın. Defaatle öğretmenlere sarıldığını hatırlıyorum. Tabi
gezi boyunca
hep ağlamamıştın, bizleri gülmekten kırıp geçirmiştin de.
1999 yılında medyada
Fethullah Gülen ve sevenlerinin aleyhine büyük bir
iftira kampanya başlatılmıştı. Hatırlarsan o günler tam bir cadı kazanı idi. Bir gün Gazeteciler ve Yazalar Vakfında otururken telefon çaldı. Telefondaki ses sendin. ‘Neler olup bitiyor’ diye endişeli bir ses tonu ile sormuştun.
Abi oturup konuşmamız lazım, müsait misin dediğimde Beşiktaş Kulübündeyim hemen atla gel demiştin.
Kulübün giriş kapısında beni bekliyordun. Hemen konuya girdik. İftira kampanyasını bütün yönleri ile sana anlatmıştım. Büyük bir dikkatle dinlemiştin.
Duruma çok üzüldüğünü ve ‘ben de zaten medyanın bu saçmalıklarına inanmamıştım, ama maalesef çevremde inananlar var’ dediğini hatırlıyorum.
Ve arkasından da şunu söylemiştin; bana düşen bir şey var mı?
Ben de abi kalemini kullan. Bildiklerin doğruları anlat demiştim. Özellikle vurgulanmasını arzu ettiğin bir husus var mı diye sorduğunda ise ‘abi sen her şeyi biliyorsun, bildiklerini olduğu gibi yaz. Birilerinin mertçe bunları yazması lazım dediğimde; sen merak etme, bugünler geçecek diye teselli etmiştin. Sonra birlikte kulübün müzesini gezmiştik, bir Galatasaraylı olarak
şaka yollu takılmıştım; ‘yahu Beşiktaş’ın kurulalı nerede ise 90 yıl oldu, bu kadarcık mı kupalarınız diye’
Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşmeyi, sohbetinde bulunmayı çok istiyordun. Nasip olmuş birlikte Hocaefendinin ziyaretine gitmiştik. Ziyaret esnasında nasıl büyük bir edep ile
Hocaefendinin sohbetini dinlediğin ve ayrılırken Hocaefendiye nasıl sarıldığın hala gözlerimin önünde. Çünkü o sıra ben arkandan sizin sarılmanızı seyrediyordum. Yaşlı gözler ile Hocaefendinin omuzlarına başını yaslamıştın. Teselliye ihtiyacın vardı. Çünkü çok yaralı idin. Oğlun yakın zamanda kucağında
vefat etmişti. O senin hayatta yegâne varlığındı. Bu
ölüm seni çok sarsmıştı.
Hocaefendi ile sohbet esnasında oğluna yazmış olduğun yürek yakıcı makaleyi bir arkadaşımız yüksek sesle okumuştu. Hep birlikte gözyaşları ile dinlemiştik.
Sizin hiç canlı canlı kolunuzu kestiler mi?
Hiç elinizi uzattınız mı ocakta yanan ateşin üzerine?
Demir tokmakları, başınıza başınıza
indirdiler mi iri yarı adamlar?
Gözü dönmüş birileri kırdılar mı parmaklarınızı?
Tel örgülere takıldı mı sırtınız yerlerde sürünürken?
Demir bir çubuk boğazınızdan girip
boynunuzun arkasından çıktı mı hiç?
…
işte bunların hepsi bir anda, benim başıma geldi.
19 yıl babalık etmeye çalıştığım, Allah'ın bana emaneti,
canım, gülüm, hayatım, her şeyim, bir tanem,
sebeb-i hayatım, evladım, oğlum Nihad, 3 dakika içinde
yok olası kollarımın arasında ölüp gitti.
Yapacak hiçbir şeyim yoktu.
Kapının camı şahdamarını kesmişti.
Fıskiye gibi kan fışkırıyordu. Kan fışkırıyordu,
umutlarım, istikbalim, hayatım yerlere dökülüyordu.
Bana yakın durması gereken ölüm, beni ölmeden öldürüyordu...
…
Artık yaşamak canımı sıkmaya başladı.
Ve yazının sonunda da o şefkatli baba yüreğin ile şöyle diyordun;
‘Ya Rabbi
Ben oğluma bugüne kadar hiç hık demedim
Sen de deme’
Bu kısmına gelince başta Fethullah Gülen Hocaefendi olmak üzere hep beraber gözyaşı dökmüştük.
Daha sonra Prof. Dr. Kemal Karpat,
Harun Tokak, Akkan Suver,
Nuh Gönültaş’ta ile birlikte 29 Haziran/3 Temmuz -2000 tarihlerinde yolumuz
Rusya Federasyonundan Tataristan’a düşmüştü.
Havaalanında buluştuğumuz anı hatırlıyor musun? Yola çıkarken
bilet ve pasaportlar bende idi. Alanda beni görür görmez elinde
Hürriyet gazetesi bağıra bağıra yanıma gelmiştin.
Çocuklar gibi sevinçliydin. Gazeteyi gösterip; ‘bak bak okullar ile ilgili güzel bir haber var gördün mü?
Dışişleri bakanlığı büyükelçilerden okullar hakkında
rapor istemiş, bütün büyükelçiler de olumlu rapor yazmışlar, bu müthiş bir haber’ demiştin. Bu güzel haber ile oldukça neşeli başlamıştı yolculuğumuz.
Gezi boyunca her zaman olduğu gibi gene herkesi gülmekten kırıp geçirmiştin. Hep neşe kaynağı idin. Sayende çok zevkli bir gezi yapmıştık. Orada yapmış olduğun muziplikleri burada yazmayacağım, aramızda kalsın.
Doktor, kalbin ile alakalı sana çok dikkatli olmanı, heyecan yaşamaman gerektiğini ve ilaçlarını kesinlikle aksatmamanı söylemişti.
Sen de beni sıkı sıkı tembihlemiş, aman ilaçlarımı unutursam sen bana hatırlat demiştin. Tataristan’dan Çuvaşistan’a geçmiştik. Oradaki okulun bilgisayar laboratuarında bilgisayar eksik olduğunu görünce Türkiye’ye dönünce çevrenle bu konuyu halledeceğini söylemiştin. Ancak bunu yapmana ömrün vefa etmemişti. Aramızdan ayrılmana çok az kalmıştı. Bunu ne sen ne de biz biliyorduk.
Volga nehrinde
tekne gezisi yapmıştık. Teknede okullarda görev yapan Türk ve Tatar öğretmenler de vardı. Eline aldığın gibi mikrofonu müthiş bir konuşma yapmıştın. Öğretmenleri motive etmiş, bu okulların öneminden, yaptıkları işin tarihi bir misyon olduğundan bahsetmiştin.
Tataristan dönüşü
Atatürk havaalanında yapmış olduğun espriyi hala oradan geçerken hatırlar ve gülerim.
İstanbul’da 20 kişiyi taramışlar diye telaşlı telaşlı söyleyince bizde heyecanlanmış ve sormuştuk nerede nasıl olmuş diye? Sende hepimiz oltaya geldiğimiz için gayet keyifli bir şekilde;
berber kazım taramış panik yapmayın demiştin ve basmıştın kahkahayı.
Ama kahkahan ve neşeli havan havaalanında
taksiye biner binmez son bulmuştu. Çünkü taksi şoförü
Kemal Sunal’ın vefat haberini pat diye söyleyivermişti. Bu habere çok yıkılmıştın. Arabada sıra bize geliyor dediğini hatırlıyorum. Hemen telefonla yakın arkadaşın
Müjdat Gezen’i aramış vefat haberini bir de ona sormuştun.
Kazan’dan 3 Temmuz da dönmüştük. 23 Temmuzda aramızdan ayrılmıştın. Yani 20 gün sonra.
Gezi sonrası Akşam gazetesinde Tataristan’ın başkenti Kazan’da ki okullar hakkında güzel bir yazı dizisi yapmıştın. Yazının başlığı da ‘Orası Kazan Biz Kepçe’ olmuştu.
Temmuzun ikinci haftası
bedelli olarak askere gidecektim. Askere gitmeden bir gün önce yolcu etmek bizim eve gelmiştin.
Ölümü ilk seninle fark eden 5 yaşındaki kızıma güzel bir bebek ve çikolatalar getirmiştin. Geç saatlere kadar sohbet etmiş, hizmetlerden, okullardan bahsetmiştik.
Askere gittikten 4 gün sonra yani 23 Temmuz 2000 tarihinde garnizonda televizyondan senin vefat haberini duyunca beyimden vurulmuşa dönmüştüm. Daha 4 gün önce beraberdik.
55 yaşında dostlarına Allahaısmarladık bile diyemeden aniden çekip gittin.
Erdem Beyazıt’ın şiirinde dediği gibi ‘ne vardı ölecek, yaşayıp gidiyorduk işte’.
Cenk abi ne çabuk geçti 8 yıl.
Eğitim kahramanlarına gönlünle ve kaleminle sahip çıkmanı unutmam mümkün değil.
Allah mekânını
cennet eylesin.
Erkam
Tufan Aytav
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı
Basın Bölüm Başkanı