Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi
öğretim üyelerinden Prof. Dr.
Mahmud Erol Kılıç, tarikat tartışmalarını Nuriye Akman'a değerlendirdi. İsmailağa Camii cinayetlerinden sonra tarikat gerçeğini anlama adına çok konuşuldu; ama kafalarımız berraklaşacağına daha da karıştı. Acaba bir taşları
yerli yerine oturtma denemesi yapabilir miyim,
Türkiye’nin tarikatlar açısından hakiki bir fotoğrafını çizmek, tasavvufun geleneksel çizgisinden ayrılıp şirketleşen, iktidara talip olan oluşumlara, çürümenin, yozlaşmanın izlerine bakmak mümkün müdür diye düşündüm. Sorularımı yönelteceğim bir akil adam arayışım beni
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi hocalarından ve Türk
İslam Eserleri Müzesi Başkanı Mahmud Erol Kılıç’a götürdü. Kendisi bir bilim insanı olarak aktüel konularda değil daha teorik, daha filozofik düzeyde konuşmayı seviyordu. Kendisinden sap ile samanın karıştığı, kavramların tepetaklak olduğu bir zamanda bu dikey üslubu mümkün olduğunca bırakmasını rica ettim. Sağ olsun beni kırmadı. Konuştukça açıldık. Ben kendi adıma çok faydalandım. Bu yüzden söyleşimizi üç gün boyunca sizlerle paylaşacağım.
İsmailağa Camii cinayetlerinden sonra yasaklanmış birer faaliyet olarak tarikatlar nasıl görünüyor size?
Her şeyden evvel bir faaliyetin kanunla yasaklanmış olması, fakat bu yasaklanan faaliyetin insan denen varlığın iç yapısıyla çok sıcak bir bağ ile bağlı olması bir açmazı da beraberinde getiriyor. Bu paradoksu aşarak bu konular üzerinde sağlıklı ve soğukkanlı bir değerlendirme yapmak çok zor. Her şey toz
duman. Tarikat denen oluşumlar bir
spor ya da
hobi kulübü gibi değerlendiriliyor. O derneğin kapısına
kilit vurduğum anda derneğin mensupları dağılır giderler ve bu
dernek de kapanır. Tarikat gerçeğinin insan hayatına sunduğu anlam haritaları bunlardan çok öte şeylerdir. Bütün dünya inançlarında ve felsefelerinde mevcut olan bir yapıdır bu. En geniş anlamıyla tarikat herhangi bir düşüncenin, dinin, felsefenin iç katmanlarına, temel görüşlerinin hakikatine ermek için izlenecek yol demektir. Sufi din felsefesinde dinler dört mertebede ele alınırlar. Birincisi şeriat mertebesidir ki formel, dışsal olan ilk düzeyi belirler. Aslında sadece dinler değil bütün düşünce sistemleri de bu dört katlı yapıdadırlar. Mesela madem illa aktüel sahada konuşalım diyorsunuz; bizim ülkemizdeki birçok ideolojinin -buna Kemalizm de dahil- şeriatçı olduklarını söylersem ne dersiniz?
Ooo! Şeriatçı Kemalistler... Sıkı bir paradoks oldu derim!
Her ideolojinin normatif tarafı ve iç katmanları vardır. Bugün Türkiye’de belirli bir ideolojiyi izleyenler, ister Kemalist, ister İslamcı olsunlar, her ikisi de ‘şeriat’ düzeyinde kalmışlardır. İkisi de birbirlerine hukuk dayatırlar, norma dayalı faaliyet yaparlar. Gönle hitap etmezler. Hukuki dayatmayla kendilerine katılmayı sağlamaya çalışırlar. Bu yüzden Türkiye’deki çatışma bir bakıma “şeriatçılar” arası çatışmadır.
İDEOLOJİSİNDE KİMSE DERİNLEŞMEMİŞ
Türkiye’nin sağcısı da solcusu da “şeriatçı” ise ülkenin kurtuluşunu herkesin kendi görüşünde derinleşmesinde arıyor olmalısınız...
Evet, bu da
vakit alacak bir süreç. Kalitenin ve seviyenin artmasıyla bu yol açılacaktır. Türkiye’de hiç kimse ideolojisinde derinleşmemiştir. Buna maalesef günümüz dindarları da dahildir, diğer ideoloji mensupları da. Düşüncenin katmanları arasında arkeoloji yaparak ana prensiplere, altta yatan gayeye ulaşma çabası sarf edilmemektedir. Birliğin tohumları derinlerdedir. Yüzeyde ise
ayrılık ve gayrılık vardır. Dışta ne kadar birbirlerine ters olursa olsunlar içte birçok görüş birbirlerine yaklaşmaktadır. Mesela en radikal Marksist sol ideolojinin derininde yatan düşünce “insanlar arasında sömürüye, zulme, ayrımcılığa son vermek” değil midir?
Milliyetçi sağ söylemin derininde yatan “vatan” duygusu değil midir?
Radikal İslamcının görüşlerinin derinlerinde “insanları
toplumsal ve bireysel günahlardan uzaklaştırmak” yatmaz mı? Kemalist’in felsefesi “muasır
medeniyet seviyesine çıkmak” değil midir? Derin manada bunların hepsi sizce bir yerlerde örtüşmüyor mu? O zaman bunların beraberliğinden müthiş bir sinerji yaratmanın “yollarını” aramak lazım gelmez mi? Didişmek bize enerji kaybettiriyor ve bu da Türkiye’nin düşmanlarının işine yarıyor.
Bu sinerjinin işaretlerini görüyor musunuz, yoksa bu bir ütopya mı?
Ben şahsen bu toprakların maneviyat mirasının Türkiye’de müthiş bir sinerji yakalayacağına, sağ sol,
Alevi-
Sünni,
Kürt-Türk vs. türü kamplaşmaların önüne geçeceğine kaniyim. Bir örnek vereyim. Pazar günleri bazen çıkar, tezgahlardaki
ikinci el kitaplara bakarım. Bir hafta bir tezgahta görmüş olduğum
küçük bir kitabı satın aldım. Devrimci Marşlar kitabı. Bir sol
militan grubunun marşları. Karıştırıyorsunuz, ilk sayfalarda Enternasyonel Marşı, diğer marşlar filan. Kitapçığın yarısı bu tür militan ve ideolojik marşlar. İkinci bölümüne geldiğimiz zaman Nesimi, Pir Sultan, Hatayi,
Yunus Emre’den deyişler görmekteyiz.
Bu figürler Anadolu sufileri?..
Evet. Birkaç hafta sonra bir başka
kitapçık buldum. O da
ülkücü gençlerin marş kitabı. Birinci sayfada
İstiklal Marşı, ardından Çırpınırdı
Karadeniz ve bunun gibi marşlar. İkinci bölümde yine Yunus Emre, Mevlânâ’yı görmekteyiz. Daha sonra İslamcı gençlerin marş kitabı elime geçmez mi? Dağa taşa, kuşların gözbebeğine hak yol İslam yazacağız marşları filan. En arkada ilahiler olarak bizim tasavvuf büyüklerimizden alınmış aynı sözleri görmekteyiz. Bakınız ülkemizin üç ayrı, birbirine sırtını dönmüş
gençlik grubu arka sayfalarda bir yerlerde birleşiyor. Bu çok büyük bir imkandır. Ama maalesef bunun farkında değiliz. Bu yüzden ayrışmaya doğru gitmekteyiz. Bir toplum birleştirici unsurlarını öne çıkarmadığı sürece ayrılıkların, ihtilafların sonu gelmez. Sonra bu türlü parçalanmayı
silah kuvvetiyle bir araya getirmek de mümkün olmaz hale gelir. Gönüllere girilmediği sürece bu asla olmaz.
Şeriattan tarikata yani ikinci mertebeye geçiş nasıl oluyor?
Bir daire düşünün. O dairenin dış çemberi onun fiziki yapısını, yani şeriatını belirliyor. Oradan merkeze giden bir iç çizgi var. O çizginin adı “yol”. Arapçası “tarik”. Yoldan geçerek merkeze varılıyor. Merkezin adına da “hakikat” ve “marifet” deniyor. Geleneksel tasavvufi anlayışta esas olan hakikat ve marifettir. Yani meselenin bilgi ve oluş boyutu. Şeriat ve tarikatın her ikisi de izafidir, yani değişkendir, arızidir, mutlak değildir. Binektir, vasıtadır bunlar. Gaye bu araçlara binerek o padişahın sarayına, merkeze varabilmektir. Yunus, bunu bir dizesinde ne güzel açıklar: “Şeriat tarikat yoldur varana - [Fakat] hakikat marifet ondan içeru”. Bu süreç her yerde görülen evrensel bir süreçtir. Cevizin kabuğu yenmez, içi yenir. Ama yenecek bir
ceviz içine de kabuğundan ulaşılır. Edebiyatta, sanatta dahi bu evrensel prensipler geçerlidir. Bir romanın metni ile onun anlam katmanı arasındaki irtibata, yola hermenötik ilmi bakar ki bu da o ilmin “tariki” olmuş olur.
Binek dediğiniz şey insan tarikat olayında... O zaman da şeyh Tanrı’nın yerini mi alıyor, O’na eş mi koşuluyor soruları cevap bekliyor modern insanın zihninde.
Zaten yeryüzünde Tanrı bizatihi Tanrı olarak kimsenin karşısına çıkmış değil. İnsan “Tanrı” tecrübesini dahi yine bir insan üzerinden yaşadı. Bir Tanrı elçisine inandı, Tanrı’ya inanmış oldu. O insanı inkar etti
Allah’ı inkar etmiş oldu. Allah yeryüzü planında insan üzerinden bilinir, tanınır. İnsanı tanımayan Rabb’i tanıyamaz... Şimdi sağlıklı temsilcilerin oluşabilmesi için bazı yapıların kendilerini tam olarak ifade edebilmeleri gerekir. Tarikatlar yasaklanınca denetimi yapılamaz hale gelmişlerdir. Üstelik yasaklandıkları zaman bu vakanın ortadan kalkmadığı da görülmektedir. Taşları bağlayıp köpekleri salıverme diye Anadolu tabiri burada kendini gösteriyor. Yani mümkün olabilen doğrusu bağlanınca sahtekarının yolu açılmış oluyor. Siz bugün herhangi bir camiye imam hatta müezzin olmak isteseniz olamazsınız. Birçok kuralı, imtihanı, onaylanma mercii vardır. Ama siz şeyh olmak isterseniz buna bir engel yok. Siz ben şeyhim dediğiniz anda şeyhsinizdir bugün. Hemen iki üç de mürit bulursunuz..
TARİKAT, ÇİFT TARAFLI BİR BIÇAKTIR
Önüne gelenin kendini şeyh ilan etmesi, tarikatlar yasaklandığı için mi yani?
Tabii ki tek sebep bu değil. Bazı sorunlar buradan kaynaklanıyor. Diğer bazıları da o yapıların kendilerinden. Bakınız tarikatların ilgasına yani 30
Kasım 1925’e kadar bütün tarikat yapıları
Meclis-i Meşayih tarafından denetlenmekteydiler. O tarihte
İstanbul’un nüfusu altı yüz bin civarındayken aktif kayıtlı üç yüz elli küsur dergah vardı. Yirmi civarındaki de hane-dergah dediğimiz, yani kayda geçmemiş konak-dergahları da buna katarsak dört yüz civarında dergahın olduğu bir şehirdi İstanbul.
E haliyle nerede çokluk orada problem...
Tabii ki, insanın olduğu her yerde problem de vardır. Ama Meclis-i Meşayih bu ihtilafların çözüm yeriydi. En kıdemli şeyhin başkanlığında seçimle bir araya gelirdi. Günümüze geldiğimizde ise bunların bazısı yeraltına indi, bazısı da ehil olmayan insanlar eline geçti. Tarikat çift taraflı bir bıçaktır. İyi kullanılırsa bir cihan imparatorluğunu yaratan bir
ocak haline de gelebilir.
Selçuklu,
Osmanlı, Safevi, Babürşah devletlerinde olduğu gibi. Ama öbür taraftan eğer doğru bir şekilde kullanılamazsa aynı derecede de çok tehlikeli bir olgu haline de gelebilir.
Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan mıdır sorusunun tam zamanı...
Bütün geleneksel eğitim felsefelerinde bir bilen ile eğitim görme anlayışı vardır. Bu sadece İslam’a özgü değildir. Siz Platon’un Akademya’sına gider, onun talebesi olursunuz. Pisagor’un derslerine katılır, onun şakirdi olursunuz. Bir mürebbiyi, bir öğretmeni, birisinden bir şeyi öğrenmeyi reddetmek bilgide anarşi ve
kaos yaratmaktır. Şeyhin geleneksel dünyadaki anlamı size manevi konuları öğreten kişi demektir. Bir insan-ı kamil bulasın ki o kamil sana seni tanıta demişlerdir. Bakınız, insan-ı kamil size kendisini tanıtmıyor. Bu kamil size yine sizde olanı tanıtıyor. Geleneksel eğitim anlayışında bir kişinin kendisini tanıyabilmesi için dışarıdan birisinin ona kendini görsün diye ayna tutması gerekir. Buna cemal cemale karşı denir. İşte bu noktada demişlerdir ki bir öğretmeni kabullenmeyen kişi kendi hodbin nefsini öğretmen almış olur. Nefs de şeytandandır. Nefsin öğreteceği şeyler de dolayısı ile şeytani şeyler olacaktır. Bunun manası budur.
Bir şeyhe bağlılık özgür düşünmeyi engeller mi?
Bütün eğitim felsefelerinde öğretmene empati duyma, öğretmenin halini giyme, öğretmenden hal
transfer etme pratiği vardır. Eğitimde etkili yöntemlerdendir. Bugün bırakınız tarikatı, siz bir sinema rejisörü olacaksanız eğer, falanca rejinin sehpasını, kamerasını taşırsınız yıllarca. Ona
hizmet etmek suretiyle, yani kamerasını, sehpasını taşıyarak setlerde uzun yıllar geçirmek suretiyle siz orada eğitilirsiniz aslında. Ne demek efendim gitsin kendisi bir adam bulsun taşıttırsın, diyebilirsiniz. Onu söylerseniz de siz ondan eğitim alamazsınız. Bu aslında bütün sistemlerde vardır. Ama reji, reji değilse yandın.
Ama şeyhle ilişki teneşirdeki ölüye benzer. Modern dünyanın bunu kabulünü bekleyebilir misiniz?
Evet bu öğretiye göre gerçek bir mürit iyi bir eğitim almak istiyorsa ölünün ölü yıkayıcıya teslim olduğu gibi bir mürşide teslim olmak zorundadır. Modernlerin kabul edemediği hususlar bunlar. Bu, geleneksel eğitim metotlarında olan bir şeydir.
ZAMAN