Gidişin olsun da...
Ertuğrul Özkök, ‘
Ekim ayına kadar bana eyvallah’ dedi ve gitti. Bunun nasıl bir gidiş olduğunu bilmiyorum.
Bu nedenle, ‘gidişin olsun da, dönüşün olmasın’ diyemiyorum.
Demem de zaten...
Hem, yerine ikame olunacak şahsın, ‘gelen gideni aratır’ düsturunca, daha kıvrak, manevra kabiliyeti daha yüksek, hatta daha ‘acımasız’ biri çıkmayacağını nerden biliyoruz?
Kim ne derse desin, olanca hoyratlığına ve kıyıcılığına rağmen, Özkök’te törpülenmemiş bir ‘insan’ yan vardı ve ikili ilişkilerdeki nezaketiyle örnek olmuştu.
Fakat, bu ‘iyi’ ve ‘nazik’ insan çok kurnazdı...
Her şeyi birbirine karıştırıp içinden çıkılmaz hale getirdiği için,
doğal olarak kaçıyor, kaçışına ‘uzun
tatil’ süsü veriyor ve biz de yemiş gibi yapıyoruz ama, kaçarken bile ‘kurnazlığı’ elden bırakmıyor.
Kurnazlık bahsine geçmeden önce, ‘
Allah mı söyletiyor?’ dedirtecek itiraflarıyla ilgili bir çift söz söylemek istiyorum.
Mesela, ‘Memleketi gerçek sahiplerine bırakıyorum’ diyor ki, ironik bir gönderme değilse, bilerek ya da bilmeyerek bir gerçeği faş etmiş oluyor.
İşte ‘Allah söyletiyor’ dediğim bu; çünkü hiçbir zaman ‘
yerli’ biri gibi davranmadı; insanlara (daha doğrusu kendisine benzemeyene) hep bir ‘müstevli mantığı’yla yaklaştı; iyinin, doğrunun, ‘olması gereken’in ne olduğuna onlar adına karar verdi.
Biz ‘yaygaracı’, ‘despot’ ve ‘azgın
azınlık tahakkümünü savunan’ kimseler olduğumuz için, 12
Eylül’ün ne kadar da güzel ve yerinde bir
darbe olduğunu, Kenan
Evren’in bir lokantada tek başına tıkınacak kadar yalnız, umarsız ve tonton bir ihtiyar olduğunu fehmedemedik.
Bir de, her şeyi hukuktan ibaret
sandık.
Oysa, ‘her şey hukuktan ibaret değildi’; gerçi hukuka dayanarak darbe yapılabilirdi (işte
Pakistan Yüksek Mahkemesi’nin kararı, işte 28
Şubat), hukuka dayanarak parti kapatılabilirdi, hukuka dayanarak bazı özgürlükler ketmedilebilirdi, ama hukuka dayanarak POAŞ’a
vergi cezası kesilemezdi, bazı medya patronlarının ‘kartelleşmesi’ engellenemezdi, hele
Hilton arazilerine imar yasağı hiç getirilemezdi.
Neyse, gidiyor...
Ekim ayına kadar kimseleri meşgul edemeyecek.
Fakat böyle palas pandıras nereye gidiyor?
Şu ‘andıç’ ayıbını temizlemeden, ‘
sivil andıç’ meselesine izahat getirmeden nereye gidiyor?
Mesela, darbeciliği tescillenmiş
Özden Örnek için, ‘Ciddi basının büyük bölümü darbe günlüklerine itibar etmedi. Adı geçen
komutan (Örnek) ısrarla ‘bunlar benim günlüklerim değil’ dediği halde günlük hakkındaki yayınlar var gücüyle devam ediyor. Bu da bir ‘sivil andıç’ değil midir?’ demişti ki, ‘sivil andıç’ iddiasının geçerli olmadığı mahkemece kanıtlandığı halde hiç oralı olmadı, tatil için bavul hazırlamaya koyuldu.
Ergenekon çetesiyle ilgili de bir cümlesini hatırlamıyorum...
Danıştay suikastini kim tertiplemişti?
Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar nerden gelmişti?
Şener
Eruygur kimdi?
Hadi gidiyorsun, yanına çiçekli bermudanı, Abercrombie tişörtünü,
parmak arası terliğini (ne ayıp!), muhtemelen hiçbirini okumayacağın kitaplarını alıyorsun, iyi ediyorsun da, ‘Gideceğim yerde eşimin başının bağlı olması zarureti hiç yok’ demek de ne oluyor?
Böyle bir zorunlulukla karşı karşıya kaldığın için mi,
İzmir’e kaçıp ‘bahar ütopyasına çivileme’ dalacaksın?
Hem İzmir, bu (muhayyel) ‘zorunluluk’tan ari bir ülkenin sınırları içinde mi?
Ne demek istiyorsun?
Diyorum ya, adamımız kurnaz.
Giderayak öyle bir şey söyleyecek ki, bilmeyen de, terk etmek zorunda kaldığın topraklarda ‘baş açma’ değil, bilakis ‘baş örtme’ zorunluluğu olduğunu düşünsün...
AHMET KEKEÇ/STAR