Kanuni Sultan Süleyman, gadre uğramış büyüklerimizden. Yok kapitülasyonları başımıza bela etti, yok
Hürrem Sultan’ın bir dediğini iki etmedi, yok
Osmanlı Devleti’nin çöküş tohumlarını attı... “Zirvedeki cüce” diyenleri mi isterseniz, yoksa Türkleri cepheden cepheye sürerek onları tüketti diyenleri mi.
Ne var ki, giderek daha iyi anlıyoruz ki, Kanuni’nin yüzü kalın bir balçık tabakasıyla örtülmüş ve
altındaki suret, tanınmaz bir hale getirilmiş.
Tarihçilerin bu “muhteşem” yüzü ortaya çıkarabilmeleri için muhtemelen on yıllar gerekiyor. Çünkü hangi boyuttan yaklaşırsanız yaklaşın etkileyici bir kişilik Kanuni. Yalnız fetih ve seferlerini anlatmak bile bir milletin başını döndürmeye yetebilir. Öbür yandan Divan edebiyatının en fazla gazel yazan şairi unvanını açık farkla elinde bulunduruyor.
Süleymaniye’sinden Mağlova Kemeri’ne kadar yüzlerce eseri coğrafyamıza gülümsüyor. Çağının en şık giyinenlerinden, yani Osmanlı modasının başını çekenlerden biri. Mücevherlere merakı had safhada. Ama aynı zamanda yetiştirip Osmanlı sahasına sürdüğü müthiş takımın arkasındaki
teknik direktör olarak da takdire şayan bir kişilik.
Avrupalılar ona “Muhteşem” (Magnificient) diyedursun, biz onun
kanun adamı tarafına önem vermişiz. Hatta ünlü tarihçi Fernand Braudel’in kitabında geçen bir bilgiye göre
İngiltere sarayından bir
hukukçu heyeti, Kanuni döneminde
İstanbul’a gelip Osmanlı hukuk sistemini incelemişler. Nitekim bugün İngiltere’nin hukuk sistemi de Osmanlı’da olduğu gibi “kazuistik”tir.
ABD Senatosu’nda dünyadaki büyük kanun yapıcıların isimlerinin yazılı olduğu salonda Kanuni’nin isminin de yer alması neden ilgimizi çekmez bilmiyorum.
Bütün bu ihtişamı içinde Kanuni’nin bir de görünmeyen kişiliği vardır ki, genelde gözden kaçırılır. İç dünyası, derindi ve devrinde ancak onu en yakından tanıyanların şahit olduğu bir güzellikler sahnesiydi. O renkli sahneden üç tablo ile
Ramazan’a girmeye ne dersiniz?
Kanuni, son seferi olan Zigetvar’a gitmek üzere yola çıkmadan önce oğlu Selim’e anlamlı bir
mektup bıraktı. Sanki öleceğini sezmiş gibi -zira sefere çıkacağı sırada ağır
hastaydı- eline kalemi almış, oğluna şu vasiyeti yazıyordu:
“Benim candan sevgili iki gözüm nuru Selim Han’ım. Bu iki bazubendi ve bir cevherî al sanduğu vakf eylemişimdir, iki cihan fahri
Muhammed Mustafa’nın ruhuna sana vasiyet ederim: Bunları satub
Cidde-i mamureye su getiresin, oğulluk edip bu vasiyeti yerine getiresiz. Cümle ağalar kim saraydadır ve cümle oda oğlanları şahiddir, sen benim yazım bilirsin, bu esbâb fahr-i âlemindir, benim değildir. Göreyim nice yerine korsız. Dünya kimseye payidar değildir. Ümmidimdir ki, bahasıyla satasız. Hak Teala bu seferi
mübarek idüb gönül hoşluğuyla gelmek müyesser ede. Habibi hürmetine aleyhisselam.”
Oğluna mücevherle dolu bir
sandık ve iki bazubent (kolçak) bırakıyor, bunları sat ve Cidde şehrine su getir, diye vasiyet ediyor. Dikkat edin, hazineden değil, kendi biriktirdiği paradan yaptırıyor hacıların su ihtiyacını karşılayacak su yolunu. Bu bir.
İkincisi, Kanuni, vefatından kısa bir süre önce Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye Zigetvar’dan yazdığı bir mektupta ahret kardeşi olarak nitelediği ve hürmet gösterdiği bir alimden dualarında kendisini unutmamasını isteyecek kadar da derin bir dünyaya sahiptir. Mektubun metni şöyledir:
“Halde haldaşım, sinde sindaşım,
ahiret karındaşım, tarik-i Hak’ta yoldaşım Molla Ebussuud Hazretleri dua-i bi-hadd iblağından sonra: Nedir haliniz? Ve nicedir mizac-ı lâzımü’l-imtizâcınız? Sıhhatte ve afiyette misiniz? Hazret-i Hakk hizane-i hafiyesinden [gizli hazinelerinden] kemal-i kuvvet ve selamet eyliye. Bimennihi lütuflarından niyaz olunur ki, evkat-ı müteberrikede [mübarek vakitlerde] bu muhlislerini kalb-i şeriflerinden ihrac ve iz’ac etmiyeler. Ola ki küffâr-ı hakisar münhezim ve mükedder ve asakir-i
İslam umumen mansur ve muzaffer olup rızaullahu tealaya muvafık-ı amel ola.”
Nihayet yandaki minyatürde tabutunun önünde götürüldüğünü gördüğümüz o sır dolu sandık. Kanuni, bu sandıkla beraber gömülmeyi vasiyet etmiştir. Oysa
İslamiyet’te böyle bir
uygulama yoktur. Ebussuud Efendi merak eder hepimiz gibi. Açtırır sandığı. Bir de ne görsün? Sağlığında yapacağı işler için Şeyhülislam’dan aldığı fetvalar durmuyor mudur içinde! Bunun üzerine Ebussuud Efendi’nin ağladığı ve, “Ey Süleyman, sen kendini kurtardın, bakalım ben nasıl kendimi kurtaracağım?” dediği rivayet olunur.
Kanuni, aynı zamanda
Kâbe-i Muazzama’nın en gayretli hizmetkârlarından birisi olmuştur.
Mekke ve
Medine’ye yaptığı hizmetler bakımından babası
Yavuz ve torunlarından II.
Abdülhamid ile kıyaslanabilecek olan Kanuni, gerek
Harem-i Şerif’e, gerekse Peygamber
Efendimiz’in (sas) türbesi etrafında yaptırılan camiye mermerden birer sanat eseri minber göndermiş, Harem-i Şerif’e iki yeni minare ilave ettirmiş,
Peygamber Efendimiz’in doğduğu Hz. Âmine’nin evini yeni baştan inşa ettirmiş, Ayn-ı Zübeyde suyunu Mekke’ye akıtmış ve bu iş için kendi cebinden tam 100 bin altın sarf etmiştir. Ayrıca Mekke’de bir medrese yaptırdığını, eşi Hürrem Sultan’ın da aynı şehirde bir imaret inşa ettirdiğini biliyoruz.
Kaynaklar, ihtiyarlığında
Allah’tan şehit olarak ölmeyi temenni ettiğini yazıyor. Zigetvar’da işte bu duasının kabul olunduğu söylenir. 71 yaşında üstelik hasta hasta yola çıkmasının bir sebebi de, yatakta değil, cihadda ölmek istemesi olamaz mı?
“Köylü milletin efendisidir” sözü Kanuni’nindir
Genellikle hatalı bir şekilde
Atatürk’e ait olduğu zannedilen “Köylü milletin efendisidir” vecizesi aslında Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Bir gün mahremleriyle görüşürken onlara “Velinimet-i âlem [dünyanın efendisi] kimdir?” diye sormuş. Onlar “Padişah efendimizdir” diye
cevap verince Kanuni, “
Hayır, dünyanın efendisi reâyadır ki, ziraat ve harâset [çiftçilik] emrinde huzur ve rahatı terk ile iktisab ettikleri nimetle bizleri it’âm ederler” demiştir. Gördüğünüz gibi tek fark, Kanuni’nin daha evrensel bir tanımlama yapmasındadır.
MUSTAFA ARMAĞAN - ZAMAN PAZAR