"Kullanılmak", sezilmediği sürece rahatsız etmez insanı. Fark edildikçe hissettirir sızısını inceden inceye.Ne zaman "Falanca kullanılıyor." denilse, ilk akla gelen "Kullanan kim?" sorusudur, genelde.
Sonra birtakım
servis isimlerinden başlanarak, muhtemel listeler sıralanır zihinlerde. Akla hiç gelmeyen bir ihtimal daha var ve bence ondan daha tehlikelisi yoktur: Kendi nefsinin
ajanı olmak.
Yani aklı, mantığı, kalbi ve vicdanı susturacak kadar nefsin bir kişi üzerinde hâkimiyet kurmuş olmasıdır. Acı ama nefsinin kontrolünde kalmış, kendi parçası karşısında istiklalini kaybetmiş insanlar sayılamayacak kadar çoktur.
Bu durumu kafamda resmederken biri dizi olmak üzere iki film geliyor aklıma: Emret Başbakanım dizisi ve rahmetli Kemal Sunal'ın Propaganda filmi...
Her ikisinde de, bilmiş bir memur, amirini kendi istekleri doğrultusunda yönlendirerek sayısız yanlışlar yaptırıyor. Hakkı olmayan yetkileri kullanmanın menhus hazzını yaşarken ona güvenen, sözlerine kanan amirini iki paralık ediyor.
"Ayıp değil mi bu yaptığın?" türünden sitemli hatırlatmalar bir şey ifade etmez nefis için ve nefsin kontrolünde kalmış kişiler için...
Bu türden insanlar bir de muhabir, yazar veya televizyon programcısıysa nefsin önüne açılan imkânları bir düşünelim...
Hazzetmediği ya da şahsi intikam ve kin duygularını tatmin etmek istediği zaman ekranları, köşeleri ve
gazete sütunlarını keyfince kullanır. Konuyla ilgisi olmayan binlerce insan nazarında önyargılar oluşturur. Kitleleri birbiriyle çarpıştırmak isteyenlere bedavadan hizmetkârlık eder. Hatta
Müslüman kanı döktüğü için karşı çıktığını iddia ettiği (...)ların değirmenine seve seve su taşıyanlar bile çıkıyor bunların arasından!
Ne için?
Sadece nefsin hasis arzularını tatmin için...
Bu durumda "Senin yaptığın
akıl kârı mı?" türünden sorular sormanın hiçbir manası kalmıyor. Çünkü nefis denen ajan, aklın sırtına binip, dizginleri eline almıştır artık.
Köşesinden büyük şeytana her gün lanet okuyan "milli duygulu" insanlar, şeytanın, nefis denilen ajanı vasıtasıyla büyük şeytanın hizmetkârı durumuna düştüğünün farkına bile varmaz...
Nefsin emrini yerine getirip, rahatlamaktan daha milli ne var ki!...
Aslında Amerikalı bir akademisyenin,
Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında yazdığı Medeniyetler Diyaloğu konulu kitabı yazacaktım bugün.
Kitapta Hocaefendi'nin bazı fikirleri Doğu'dan ve Batı'dan beş filozofun fikirleriyle karşılaştırılıyor. Nefis bir kitap ve ben bu nefis kitabı ertelemek zorunda kaldım.
Acı ama sık sık yaşadığımız bir gerçek var. Kuyuya atılan taşları çıkarmaktan iş yapmaya fırsat kalmıyor. Bir Amerikalı akademisyen, fikirleriyle Hocaefendi'yi anlayabilmek için aylarca çalışırken, bizim "gerçekleri kamuoyuna ulaştırma" görevini üstlenmiş gazetecilerimiz, okumadan yazma âdetlerini sürdürerek, ortamı karartmaya devam ediyor.
Araştırmak, anlamak ve açıklayarak aydınlatmak yerine, ortaya bir iddia atıp, "Değilsen ispat et." tarzını gazetecilik mesleği adına usanmadan icra ediyor!
Irak savaşının mimarı Cheney, Türkiye'ye geliyormuş. Güya bazıları da Müslümanları birleştirmek için ondan
yardım istemiş.
Birisi bu iddiayı atıyor, birileri de "Hadi inkâr edin" diyor. Bense bu olayda düşüncenin en
küçük kırıntısını bile göremiyorum.
Hakkında ileri geri atışlar yaptıkları insanları az bir şey tanısalardı zaten bunları akıllarından geçirmeye bile utanırlardı; ama heyhat!..
Böyle bir iddiayı benim için atmış olsalardı
cevap verme gereği duymazdım. Sadece "Nerede bu haberin 5 N'si ve 1 K'sı?" diye sormakla yetinirdim. Bunları düşünürken "İspat etmek iddia edene düşer" manasındaki hukuk kaidesi geldi aklıma. Gayri ihtiyari "
Gazeteci işte" demişim; "Hukuk ne ki!"
HAMDULLAH ÖZTÜRK/ZAMAN