Türban’ yasağından imam-hatip alerjisine, 28
Şubat sürecinden ‘
kapatma davası’na kadar
Türkiye’deki otoriter
laiklik örneklerinin hepsinin temelinde dinle ve özellikle
İslam’la ilgili bir önkabul yatar. Bu önkabulün sahipleri,
İslamiyet’in toplumsal hayatı etkilemesi durumunda mutlaka ‘gericilik’ üreteceğine ve bizi ‘karanlığa’ götüreceğine inanmıştır. Bu yüzden de laikliği, Batı’da olduğu gibi sadec
e devleti değil, aynı zamanda toplumu ve hatta bireyleri de tanımlayan totaliter bir ilke olarak
tarif ederler.
Aynı kişiler
Osmanlı Devleti’nin de yine İslam yüzünden gerileyip çöktüğüne inanır.
Hürriyet yazarlarından Ege Cansen geçen haftalardaki bir yazısında bunu şöyle ifade ediyordu:
‘İslam felsefesiyle teçhiz edilmiş ‘mahalle’nin
egemen olduğu Osmanlı, her alanda geri kalmıştır. ‘
Avrupa’nın Hasta Adamı’ diye adlandırılmış ve kurtlar sofrasında yem olup parçalanmıştır.’
Peki ama Osmanlı dünyanın ‘süper gücü’ olduğu 16. yüzyılda hangi felsefeyle teçhiz edilmişti? Yükselme döneminde pozitivizm veya Altı Ok muydu Devlet-i Aliyye’nin temel referans kaynağı? Osmanlı’dan önce de tüm bir
Ortadoğu, merkezinde İslam’ın yattığı görkemli bir
medeniyet kurmamış mıydı?
Gerçekte Osmanlı’nın ve genel olarak İslam medeniyetinin gerilemesi, din yüzünden değil, din anlayışını da zamanla durağan ve tutucu hale getiren karmaşık sosyal, siyasi ve
ekonomik süreçlerin sonunda olmuştur. Aslında yaşanan şey bir ‘gerileme’den de çok, Batı Avrupa’da gelişen ‘modernite’nin dışında kalma sorunudur. Bu da sadece
Müslüman coğrafyanın değil, Latin
Amerika’dan
Rusya’ya, Çin’den
Afrika’ya kadar dünyanın büyük bölümünün problemidir.
Burada ilginç bir benzerlik vardır: ‘Niçin geri kaldık’ sorusuna ‘din yüzünden’ diye kestirme ve yüzeysel bir
cevap veren laikçiler, aslında aynı soruya ‘dinden uzaklaşma yüzünden’ cevabını veren siyasal İslamcılarla aynı yanılgıya düşmektedir. Zaten her iki yanlış cevaptan da aynı derecede yanlış totaliter siyasi projeler çıkmıştır: Laikçiler devlet eliyle dini toplumdan kazımayı, siyasal İslamcılar ise yine devlet eliyle zoraki dindarlık yaratmayı hedefler. Bir taraf dini ‘her sorununun kaynağı’ zannederken, öteki taraf ‘her sorunun çözümü’ gibi algılar.
Bugün Türkiye’de ‘siyasal İslamcılık’ akımını büyük ölçüde aşmış durumdayız. Artık ‘İslami
kalkınma modeli’nden söz eden pek kalmadı. Dindarların çoğu, ekonominin veya siyasetin kendi içinde kuralları olduğunu anlamış durumda. Ama tabii ki demokratik bir düzen içinde dini değerlerini ifade etmek, inançlarını özgürce yaşamak ve savunmak istiyorlar. Bu da en
doğal hakları.
Ama ‘laikçilik’ hala büyük bir sorun. ‘İlerleme’ için dinin toplumdan kazınması gerektiğine iman etmiş olan
Cumhuriyet seçkinleri, bu totaliter projeyi korumak için demokrasinin yoluna sürekli taş koyuyor.
Anayasa Mahkemesi’nden çıkan ‘kapatmama’ ama ‘ihtar etme’ kararı, demokrasimizin hala laikçi
vesayet altında olduğunun bir ifadesi.
Bu laikçi vesayetin medyadaki savunucuları ise pek çok toplumsal sorun karşısında, bunların gerçek kökenlerini anlamaya çalışmak yerine, faturayı doğrudan ‘dincilere’ ve hatta dine kesmeye devam ediyor.
Konya’daki Kur’an kursu binasının yıkılması ve 18
küçük çocuğumuzun elim bir biçimde yaşamını yitirmesi üzerine yapılan bazı yorumlar, bunun iyi bir örneği. Yıkılan binanın
çürüklüğünü ‘gerici zihniyet’e bağlayan, sonra da ‘bu çağda Kur’an mı öğrenilirmiş’ diye çıkışanlar, ülkemizdeki pek çok ‘laik’ binanın da gayet çürük olduğunu, bu faciada karşımıza çıkan ihmálkarlık, vurdumduymazlık, sakillik gibi problemlerin dinle doğrudan ilgisi olmayan birer ‘Türkiye sorunu’ olduğunu görmezden geliyor.
Ve bu yüzeysellikleriyle ayrı bir ‘Türkiye sorunu’ olmaya devam ediyorlar...
MUSTAFA AKYOL/STAR