Fatih Altaylı ise köşe yazısında önce
Abdülhamid sansüründen 15 satırla bahsettikten sonra, 1923 yılında
gazetecilerin
İstiklal Mahkemeleri'nin hedefinde olduğunu yazıyor (bu kadar!) ve birdenbire 1954 yılına atlıyor. Yani yazar, tam 31 yılı, koca bir Tek Parti iktidarı dönemini es geçer. Sanki bu dönem tabudur, dokunulmazlığı vardır.
Burada dikkatinizi çekmek istediğim husus, Altaylı'nın M. Kemal
Atatürk ve İsmet
İnönü'nün
yönetiminde geçen 1923-1950 dönemine ilişkin tek bir kelime olsun sarf etmeyişidir. Halbuki
Demokrat Parti dönemindeki basınla ilgili sıkıntıları anlamak için dahi, bazılarınca "Altın Çağ" sayılan bu karanlık dönemi dikkatle mercek
altına alıp incelememiz gerekir.
Ana hatlarıyla inceleyelim öyleyse.
Mesela siz sansürü Abdülhamid dönemiyle özdeşleştirirseniz fena halde yanılırsınız. Bazıları "Abdülhamid gitti, sansür bitti" mavalını okuyabilir. Lakin bu nasıl bir "bitme"dir ki, daha 1909 Nisan'ında Hareket Ordusu İstanbul'a gelince hem de "askerî sansür" konulmuştur. Sansür 1912
Mayıs'ında bir ara kaldırılır gibi olmuşsa da, 1913'te yeniden konulmuştu. Birinci Dünya
Savaşı bahane edilerek haydi yeniden sansür gelmiş, savaş sonunda, 1918
Ekim'inde kaldırılmış, fakat bir taraftan işgal kuvvetleri, 1919 Şubat'ında da Vahdettin tarafından sansür hortlatılmış ve bu hal, İstanbul'un kurtuluşuna kadar devam etmiştir. 7 Ekim 1923'te bakanlar kurulu kararıyla kaldırılmıştır.
Bu bilgileri aktaran basın tarihçisi Server İskit, 1946'da, yani Tek Parti devrinde sözünü şu cümleyle bağlar: "Bundan sonra matbuat (basın) tarihimiz bir daha sansür görmemiştir."
Ne kadar güzel, değil mi? 23 yıl sansürsüz, hürriyetin bütün güzelliklerini tada tada geçmiş sanırsınız. Ne gezer!
Cumhuriyet, ilk adımlarını bir bahar havasında atmıştı.
Türkiye, o zamanın "hür dünya"sında yerini alıyordu ve çok partili bir rejim yürürlükteydi. İrili ufaklı partiler dışında 1924 yılında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (Partisi) kurulmuş ve başkanlığına Kâzım
Karabekir Paşa seçilmişti. Parti ilk çıkışını Lozan'ın eksikliklerine karşı yapmış, eleştirilerini
Meclis çatısı altında cesaretle seslendirmişti. Oysa daha Cumhuriyet'in ilanının üzerinden sadece ve sadece 5 gün geçtikten sonra, yani saltanat yerle bir edilir edilmez
Basın Kanunu'na eklenen bir madde, cumhurbaşkanına yapılacak hakaretlerin cezalandırılacağını emrediyordu. Böylece sansür, Cumhuriyet'in ilanıyla kim bilir kaçıncı defa hortluyordu. Öyle ki, bir süre sonra sansürden öte
yasakçı uygulamalar birbiri ardından sökün edecektir.
1925 Mart'ına geldiğimizde toplumu büsbütün suskunluğa boğan Takrir-i Sükûn Kanunu çıkmış ve birkaç gün içinde onlarca
dergi ve gazete hükümetin bir emriyle süresiz kapatılmıştır. Aynı zamanda kanuna bağlı olarak İstiklal Mahkemeleri kuruluyor ve basın, artık idam sehpasının gölgesinde yargılanıyordu. 3 Mayıs 1925 tarihli kararnameyle (ki Meclis by-pas edildiği için
ülke kararnamelerle yönetilmektedir)
sıkıyönetim bölgesi içindeki bütün gazete ve dergilerin basımdan önce sansüre tabi olduğu hükmü getirilmişti. 4 yıl sürecek bu olağanüstü dönemde çok sayıda gazete kapatılmış, gazeteciler idamla yargılanmış, basın gerçekten de susturulmuştur.
Mete Tunçay'ın özlü bir şekilde dediği gibi, Abdülhamid döneminde basın hükümetin istemediğini yazamazdı ama Cumhuriyet'le beraber basın sadece hükümetin istediğini yazar hale gelmiştir.
Peki Atatürk döneminde kaç yayın yasaklanmıştır? Mustafa Yılmaz ve Yasemin Doğaner'in araştırmasına göre bu dönemde 130 küsur adet gazete, dergi ve kitap yasaklanmıştır. İnönü döneminde ise bu rakam 108'dir.
Menderes döneminde ise 47'si komünist propagandası olmak üzere 161 adettir. ("Cumhuriyet Döneminde Sansür"
Ankara 2007, Siyasal Kitabevi)
Peki İnönü döneminde ilk kapatılan gazete hangisiydi, biliyor musunuz? Belki şaşıracaksınız ama "Cumhuriyet"ti ilk kapatılan gazete. Suçu:
Alman yanlısı yazılar yazmak. Süresiz hem de. Sahibi Yunus Nadi, İnönü'yü ikna etmeye uğraşınca terslenmiş, bunun üzerine oğlu Nadir Nadi, kızgınlıkla İsmet Paşa'ya, "
Hitler ve Mussolini gibi adam" demişti.
Şimdi de 1939-1945 yıllarında bazı gazetelere verilen
kapatma cezalarının rakamlarını görelim:
Vatan: 7 ay, 24 gün.
Cumhuriyet: 5 ay, 9 gün.
Tan: 2 ay, 13 gün.
Tasvir-i Efkâr: 3 ay.
Son olarak devrin gazetecilerinden M. Zekeriya'nın "Son Posta" gazetesinde yazdığı bir yazıda söylediklerini gündeme getireceğim: Şöyle diyordu o yazıda:
"Şimdiye kadar matbuatı hür olmayan, tek fırka (parti) ile idare edilen bir memlekette demokratik bir rejimden bahsetmek gülünç oluyordu." ("Son Posta", 1930)
Nadir Nadi, "Cumhuriyet" gazetesindeki köşesinde "perde aralığından" şöyle net bir fotoğraf düşürmüş önümüze:
"Fakat o günkü Türk rejimi ne idi? (...) Aramızda bizim yönetim sistemimizle "muz rejimi" diye ara sıra şakalaşırdık."
Başınız mı döndü? Öyle olmalı. Zira basını hür olmayan bir toplumda
demokrasi gelişemezdi. Sansür ve darağacı korkusu ömür boyu etkili oluyordu. Sadece hilafeti savundu diye idamla yargılanan
Safvet Lütfi Bey'in mahkemesi uzun zaman devam etmiş ve gözdağı vererek bitmişti.
Bunlar sansürün sadece
Abdülhamid Han zamanına münhasır olmadığını, "Abdülhamidsiz yüzyıl"da da devam ettiğini gösteriyor. Üstelik bu dönemde sadece sansür uygulanmamış,
sokak ortasında gazeteci vurmak bile birilerinin kızgınlığını gidermeye yetmemiştir.
MUSTAFA ARMAĞAN