Bunları derken vücudu tel tel dökülmüş bir halde yorgun, sesi etrafındaki üç-beş kişinin ancak duyabileceği kadar hafif ama mantık ve muhakemesi, ifade ettiği mana bütünlüğünden de anlaşılacağı üzere alabildiğine sağlam, azmi ve kararlılığı her zamanki dinginliği ile yerinde, ruh ve heyecanı ise kabına sığmayan bir delikanlının heyecanları kadar âteşindi.
Sonra döndü kendi kendine muhakeme yapar tarzda sordu; "Neden inanmıyorlar? Neden içte ve dışta psikolojide paranoya denilen hastalıkla izah edilebilecek bir sürecin içine giriyorlar? Neden kuşku ve şüphelerini izale edemiyorlar? Söylenen sözler, yapılan şeyler ortada; kuşkularını besleyecek herhangi bir
delil ellerinde olmamasına rağmen;
evet hâlâ neden bütün bu
şüpheli bakışlar ve inkârlar?"
Cevabını kendisi verdi: "Dünyaya bizim baktığımız pencereden bakmıyorlar. Ukbaya bizim inandığımız gibi inanmıyorlar. Bizim için çok büyük mana ifade eden değerler, onlar için hiçbir mana ifade etmiyor. Biz
ahiret,
cennet, cemalullah diyoruz; Allah'ın rızası yeter diyoruz; onlar tam aksine dünya diyor başka bir şey demiyorlar. Biz makam-mansıp, şöhret-şeref, para-pul bir kenara diyoruz; onlar bunları hayatlarının merkezine koyuyorlar. Biz fani dünya, aldanmaya gerek yok; fani dünyada yapacağımız her şeyi ahirete göre, ahirette Allah'ın teveccühüne göre ayarlamalıyız diyoruz; onlar tam aksi istikamette düşünüyor ve inanıyorlar. Biz "dünyanın lezaizi zehirli bala benzer, lezzeti nisbetinde elemi de vardır." penceresinden dünyaya bakıp meşru veya gayri meşru dünyevi lezzetlerin hepsinin bir
imtihan unsuru olduğuna inanıyoruz, onların ellerinde böyle bir ölçü yok."
Bu cümleleri sarf ettikten sonra derinden derine bir iç geçirdi ve yorulduğunu söyledi. Gerçekten yorulmuştu; çünkü günlerdir
hastane şartlarında
tedavisi gereken bir hastalıkla boğuşuyordu. İç geçirmişti; çünkü anlaşılmıyor ve anlaşılamıyordu. Bilenler bilir, böylesi insanları üzen, sıkıntı ve cendere içine sokan şeylerin başında gelir anlaşılmama ve anlaşılamama. Hele bunlar aynı değerlerin, hatta aynı atmosferin paylaşıldığı yakın çevreden insanlar olunca, sanıyorum ızdırapları
Ziya Gökalp'in cehalet için kullandığı tabirle 'mük'ap" seviyesine çıkar. İşte böylesi hallerde kaç defa dile getirmiştir şu mısraları: "Dertliyim dersen belayı dertten âh eyleme; Âh edip dertsizleri derdinden âgâh eyleme."
Pekala neden konuşuyor diyebilirsiniz? Bence bu soru, insanın hangi pencereden hayata baktığını hatta derecesini ve seviyesini ele veriyor. Rica ederim; sıradan birinden değil; derdine âşık birisinden bahsediyoruz. Onun ruh dünyasından, gönül penceresinden, nazar adesesinden, gaye ufkundan dem vuruyoruz. Derdine âşık böyleleri söylegen olur. Mekân, zaman tanımaz böylesi zatlar. Usul ve üslubu, muhataplarına göre seviye ve dozajı bizzat kendileri ayarlayarak her ortamda dile getirirler dertlerini. Sonra yönlendirirler insanları o dertlerin çareleri diye öngördükleri şeylere. Kaç defa duymuşuzdur şu sözleri kendisinden: "Elimden gelse, toprağın bağrına ekilen tohumlar gibi, insanların sinesine ızdırap tohumu, dert tohumu, sancı tohumu eker ve yeşermesini beklerdim. Günümüz dünyasının en büyük derdi dertsizliktir."
Bilmem dikkat ettiniz mi kuru bir tabirle dertli demedim; aksine derdine âşık dedim. Zira derdine âşık kişilere dertli demek aynı zamanda bir hakarettir. Yine kaç defa duymuşuzdur şu mısraları: "Ya Rab! Belay-ı aşk ile kıl âşina beni. Bir dem belây-ı aşktan etme cüdâ beni!"
Sözün geldiği bu noktada sonra tekrar etrafına baktı; salonda yer alanları
teker teker dikkatlice süzdü. Kim bilir aklından neler geçirdi? İhtimal sözlerinin yanlış yorumlanacağından endişe etti ve hemen "ama
ümitsiz olmamak lazım" diye başladı tekrar konuşmaya: "Evet, ümitsiz olmamak lazım. Ümitsizlik Kur'an'ın beyanlarına göre kâfir sıfatıdır. Ümitsizliğe düşen
Müslüman kâfir olur manası çıkartılmamalı bundan ama ümitsizlik küfre ait bir vasıftır. Hangi şart altında olursanız olun, ümitsiz olmamalısınız. Niyetiniz halis, gayeniz O ve O'nun rızası olduktan sonra, niye ümitsiz olacaksınız ki? Hz. Yusuf misali kuyunun dibinde de olsanız, ümitsizlik yok. Hem bakmaz mısınız Yusuf'un (as) kıssasının anlatıldığı sûreye. Hz. Yusuf ile alakalı her hadise neredeyse en ince detaylarına kadar anlatılıyor. Fakat kuyuya atılmasından dolayı evvel ve ahir hiçbir şikâyet cümlesi yok. Demek hiç etkilenmemiş. Ümit demiş yoluna devam etmiş. Zindana atılmış; yine etkilenmemiş, Rabb'im demiş, çizgisini değiştirmemiş. Ve sonuç; müşarun bi'l benan yani parmakla gösterilen bir vezir olmuş."
Sonra tekrar başa döndü: "Onlar inanmasa da, şüphe ve kuşku ile bakmaya devam etseler de, siz çizginizi değiştirmeyeceksiniz. Evrensel değerlerin ihya ve ikamesi adına plan ve projelerinize devam edeceksiniz. Dünyevî makam ve mansıpları ayaklarınızın altına aldığınızı halinizle, tavrınızla, davranışla göstermekten dur olmayacaksınız. Paranoyalara sebebiyet vermeden, insanlığın sulh ve selametinden başka hiçbir şey düşünmediğinizi çeşitli dillerle güçlü bir şekilde anlatacaksınız. Resimden müziğe, romandan şiire, sinemadan spora kadar sanatın bütün alanlarını bir dil olarak kullanacaksınız. Belki
itiraz edenler olacak! Olsun. Doğru mu diye tereddütler uyaranlar çıkacak? Çıksın. Şimdiye kadar tahrip istikametinde kullanılan vesileler, neden
tamir ve ihya istikametinde kullanılmasın ki? Ben zamanımın çocuğuyum. Aklı başında, dünyayı iyi okuyan hiç kimsenin itiraz edeceğini sanmam bunlara. İtiraz etseler de bir mana ifade etmez. Ve sabredeceksiniz. Asırlardır devam edegelen ve kangren olmuş yaraları birden tedavi edemezsiniz."
Kimden mi bahsediyorum? Tahmin ettiğiniz gibi
Fethullah Gülen Hocaefendi'den
AHMET KURUCAN- ZAMAN