Ulusalcılık, milliyetçiliğin kaçıncı yüzü?
Bugün ulusalcılık, resmî devlet ideolojisinin tabana yayılma safhasında dramatik bir virajdan geçiyor. 15-20 yıl önce solcu, enternasyonalist hatta sosyalist fikri savunanların şimdi ulusalcı çizgide buluşması şüphesiz “hidâyete ermek” mânâsı taşımıyor.
Yaşadığım yıllar,
Türkiye’de
Milliyetçilik düşüncesinin geçirdiği temel safhaları hikâye etmek bakımından beni bir noktada aktif müşahit mevkiine getiriyor; sizlerle o büyük dönüşümün hikâyesini paylaşmak istedim.
Milliyetçilik hakkındaki teorik izahlar, işin başında onun seküler (din dışı) bir kavrayış olduğunu anlatıyor. 18. Yüzyıldan sonra yükselmeye başlayan millî devletler (ulus-devlet), ülkelerine, imparatorluk kimliğinin dışında özel bir kimlik kazandırarak iç pazarı korumak ve bütünleştirmek ihtiyacıyla milliyetçilik fikrini işlediler; bu fikir, dağılmak üzere bulunan
Osmanlı Devleti’nde aydınların bir kısmına cazip göründü; imparatorluğu bir arada tutmak için yetersiz kalan Osmanlıcılıkfikri,
Anadolu’nun Sevr anlaşmasıyla bölüşülmesinin ardından daha ılımlı bir milliyetçilik fikri hâlini aldı. Millî Mücadeleyi ayakta tutan ve başarıya ulaştıran bu milliyetçilik, içinde dinî motifler de barındırıyordu; öyle olması gerekliydi çünkü uzun savaşlardan sonra bîtap duruma düşmüş
toplumu yeni bir silahlı mücadeleye sevk etmek için kullanılacak dilin, toplumun bütününü kuşatması ve kucaklaması şarttı. Birinci
Millet Meclisi’nde mebus kadrosunun sergilediği fikrî yapı, o günün milliyetçiliğinin ne kadar geniş ve kuşatıcı olduğunu da gösterir.
Cephede başarıya ulaşıp barış anlaşması imzalandıktan sonra Meclis’in yapısıyla birlikte ideolojisinde de düzeltmelere gidildi; İkinci Meclis’e
muhalif diye bilinen mebuslar giremezken, yeni meclisin mensupları genellikle Halk Fırkasını ve
Meclis Başkanı Mustafa Kemal Paşa’yı
destekleyen isimler oldular; bu meclis evvelâ
Lozan anlaşmasını tasdik ettikten sonra
Cumhuriyet’i ilan ederek saltanat rejimine son verdi; ardından Tevhid-i Tedrisat
kanunu il
e devlet, “din” karşısında
batılı benzerleri gibi serinkanlı bir tutum takındı; onu Şapka Kanunu ve Medeni Kanun gibi laikleştirici hamleler takib etti; bu esnada devletin ideolojisi de aynı istikamette değişmekte, dinî hayat karşısında kayıtsız ve ilgisiz bir milliyetçilik anlayışına doğru dönüşmekteydi.
Tarih ve Dil inkılapları ile yeni milliyetçilik kavrayışı kendi niteliğini şöyle
tarif ediyordu: Türkler, İslâmiyet’i kabulden önceki tarihleriyle dünyanın büyük, cihangir ve medeni milletleri arasındadır. İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Arap ve Fars kültür ve dilinin etkisi altına girerek millî kimliklerinden uzaklaşmış ve batı dünyasıyla ayrı düşmüşlerdir. Türkler, “öz”lerine dönerek yeniden büyük ve medeni bir toplum hâline geleceklerdir.
Bu tarif, Tek Parti devrinin sonuna, hatta 1960
Askerî Darbesi’ne kadar devletin resmî ideolojisi olmak imtiyazıyla okul müfredatına girdi fakat Tek Parti’nin sona erip çok sesliliğin başlamasıyla resmî milliyetçilik anlayışına ilk açık eleştiriler de görülmeye başlamıştı; buna göre Türkiye’de dinden koparılmış bir milliyetçiliğin toplumu kuşatmasına imkan yoktu; bu iki unsur yeniden birleşmeli ve “millî birlik”in mayası böyle yoğrulmalıydı.
CHP’yi 1950
seçimlerinde safdışı ederek
iktidar olan DP, darbeyle indirildiği âna kadar 10 yıl içinde resmî ideoloji aleyhtarı bir retorik kullanmadı, hatta İsmet
İnönü’nün
Cumhurbaşkanlığı esnasında
Atatürk aleyhtarı yayınların artması üzerine 1951 yılında “Atatürk’ü Koruma Kanunu” diye bilinen kanunu çıkararak, CHP’den daha iyi Atatürkçü olduğunu isbata çalıştı; onun devamı niteliğindeki Adalet Partisi, programında ve tüzüğünde orta yolcu bir ifade
tercih ederken seçim meydanlarında İslâmî bir dil kullanmayı ihmâl etmedi; bu tavır, AP’nin devamı niteliğindeki
ANAP, DYP ve
AK Parti’de aynı üslupla devam ettirilmiştir.
60’lı yılların sonlarında bu iki eğilim, milliyetçilik fikrini siyasi bir parti hâlinde temsil eden MHP’nin bünyesinde tartışılmaktaydı. Partide
Ziya Gökalp’in ve Nihal Atsız’ın tezlerine sempati duyanlar Türkçülüğü savunsalar da duruşları, parti tabanından yükselen eğilim karşısında geriledi.
Alparslan Türkeş’in, “Tanrı dağı kadar Türk,
Hira dağı kadar Müslümanız” formülü böylece partinin resmî görüşü hâline geldi.
Diğer taraftan Millî Nizam Partisi ile siyasi hayata atılan Necmeddin Er
bakan ve taraftarları ise, MHP’nin milliyetçilik anlayışını başka bir nokta-i nazardan eleştirerek İslâm’da kavmiyetçiliğin olamayacağını iddia ediyor, Türklük unsurunu tam mânâsıyla reddetmiyorlar, “Millî görüş” kavramı içinde İslâmi yoğunluğu yüksek bir Türklük vurgusunun zaten mevcut olduğunu ileri sürüyorlardı; halbuki, MNP kurulmadan önceki yıllarda bu fikriyatını savunanlar, İslâmcı fikirleri dillendirirken çok ilginç bir tâbir kullanarak “milliyetçi” kavramına sığınıyorlardı.
MNP çizgisinin siyasi hayatta tutunup kendi adına bağımsız bir çığır açmasından sonra İslâmi
renkleri benimseyen milliyetçilikle, artık giderek milliyetçi motiflere hoşnutsuzlukla bakan İslâmcılık arasında
rekabet başlamıştı; bu mücadeleyi 12
Eylül 1980 Darbesi sona erdirdi.
Milliyetçilik, 1990’lı yıllarda önemli bir değişime uğradı; geleneksel mânâda MHP’nin fikrî önderliğinde temsil edilen milliyetçilik anlayışı, parti saflarından dışarı taşarak, seküler, yâni dinî renk ve unsurları dışarıda bırakan milliyetçilik kendine yeni bir taban buldu ve yeni bir isimle anılmaya başlandı: Ulusalcılık.
Ergenekon davası ile içiçe geçmiş gibi bir görüntü veren Ulusalcılık cereyanı, Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardaki resmî devlet ideolojisine çok yakın bir çizgi tutturdu. Ulusalcı edebiyat, kendisine çıkış noktası olarak Millî Mücadeleyi kabul etti ve “Osmanlıcı” görüntü vermemeye azami derecede dikkat gösterdi;
Güneydoğu’dan gelen
şehit cenazeleri de Ulusalcı fikriyatın zemin tutması çabalarında hayli fonksiyon icra etti. Ulusalcı fikriyatın en dikkat
çekici tarafı, resmî devlet ideolojisi ve bu ideolojiyi savunan bürokratik yapı ile uzlaşabilmesi olmuştur.
Geçmişte MHP’nin temsil ettiği milliyetçilik, bürokrasi ile asla uzlaşamamış, belki de bu yüzden MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının aksiyoner olduğu yıllarda Ülkücüler ve milliyetçiler, devletin derin bürokratları tarafından “kötü çocuk” kategorisine konulmuşlardı. Bir ara genelkurmay başkanlığı geleneksel tehdit listesinde bu tarz milliyetçiliğe de yer vermişti fakat sonraki yıllarda -zannımca Ulusalcılığın bürokratik kesimlerde taban ve destek bulmasıyla birlikte- milliyetçilik bu listeden çıkarıldı.
Bugün Ulusalcılık, resmî devlet ideolojisinin tabana yayılma, toplum tarafından sahiplenilme safhasında dramatik bir virajdan geçiyor. Onbeş yirmi yıl önce solcu, enternasyonalist hatta sosyalist fikri savunanların şimdilerde Ulusalcı çizgide bir araya gelmeleri, şüphesiz “hidâyete ermek” mânâsı taşımıyor. Kitleler üzerinde daima belirli seviyede etkileme gücünü taşıyan milliyetçilik fikriyatı, yeni bir makyajla sahneye çıkıyor. Eğer
Ergenekon davası, basında ileri sürüldüğü gibi geniş ve etkili bir suç örgütüne işaret ediyorsa, bu hengâmede Ulusalcılığın ve buna bağlı kavramların büyük itibar kaybına uğrayacağı şüphesizdir.
Âkif, “
Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazmak gereken günleri göstermesin” derken, tam da bu atmosferi kasdetmiş olmalıdır; yüksek tansiyonlu milliyetçilikler ya bunalımlı bir dönemin ihtiyacı veya bir başka bunalımın habercisidir. Milliyetçiliğin ne yazık ki böyle bir bünyesi var. Gönlümüz, milliyetçilik fikrinin siyasi mücadele aracı olmaktan çıkıp, sadece bir kültür unsuru, kültürel dokusu yoğun bir şuur hâli olarak kalmasından yana.
AHMET TURAN ALKAN/AKSİYON