Haklısınız. Öyle şeyler oluyor ki, garabeti ancak başka bir garabetle dile getirme gereği duyuyor insan. Anormallikler dünyasında normaller eğri, yanlış ve suçlu kategorisine alınıyor.
Bu durumda yapılması gereken şey nedir? Tüm doğruları eğriltip, eğrileri rahatlatmak mı, yoksa eğrileri düzeltmek mi? En iyisi formüle dönelim.
İlhan Selçuk Bey'in 20
Mart 2008 "Türbanla Topuklu Giyilebilir mi?" başlıklı yazısını Sayın Selçuk'a yakıştıramadım. 'Seksen üç yaş gibi, neredeyse bir asra şahit olmuş insanlar neden daha sorumlu davranmıyorlar?' derken bir taraftan da
küçük bir
arşiv taraması yaptım. 1 Ocak 2007 tarihine kadar gittim; yani yaklaşık 450 gün. Bu zaman zarfında İlhan Bey 42, gazetesinin yayın kurulunda yer alan Hikmet Çetinkaya ise tam 187 yazı yazmış
Fethullah Gülen Hocaefendi hakkında. (Bu sayıya isim vermeden yazılan dolaylı yazılar dâhil değildir.) Bir kelimeyle olsun olumlu bir ifade ya da ima aradım bu yazılarda... Ne gezer! Düşmandan bahsedilirken bile mertlik icabı güzel yönlerinden bir iki tane olsun söyleme gereği duyulur. Haftada iki gün yazmadıklarını düşünsek 450 gün 346'ya iner. Yani Selçuk ve Çetinkaya her üç yazıdan ikisinde
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin ismini zikrederek aleyhinde olmuşlar.Siz buna diğer köşe yazılarını, haberleri ve ikinci sayfa makalelerini de ekleyin ve düşünün. .
Bu nasıl bir şeydir?
Bir kişi hakkında bir kere, olmadı, bir daha yazılır. Hadi insanlar unutuyor diye yeri gelince bir daha hatırlatılır. Ama sadece iki insanın, her üç yazıdan ikisini, bir tek şahsa vurmak için yazmasının manası nedir?
Bu sistemli uğraş nedendir? 20 Mart yazısında Selçuk diyor ki:"Hocaefendiler ne diyorlar?.. Feto (Fethullah Gülen)
Efendimiz bu konuda ne buyurur?" Bazı yazı başlıkları da şöyle: "Feto ile Apo", "Nakşi, Alevi'yi kandırıyor... mu?.." ve daha niceleri...Eğer İlhan Bey, bulunduğu camiada bir seviyeyi ifade ediyorsa, işte o seviyenin üslubu bundan ibaret.
Ve âlemi "takiyyecilikle" itham etmekten yorulmayan İlhan Bey'in gazetesi,
kapatma davası için başvuru yapıldığı günün hemen ertesinde,
Savcı Abdurrahman Yalçınkaya'nın soy kütüğünden girip, dedelerinin Nakşi olduğundan, atalarının ulema oluşundan dem vurdu. Bunlar asla "takiyye" olmadı! Nakşîlik birden kutsandı. Memet Faraç hızını alamayıp "Zaten
Urfa ulemasının farklı olduğunu, Şeyh Saffet Efendi'nin Atatürk'e
destek verdiğini..." yazdı. Eh, artık Urfalı kızlarımız üniversiteye başörtülü girebilir, hatta kamu kurum ve kuruluşlarında türbanlarıyla çalışabilirler! Bunlar Cumhuriyet'in bilinen tavırları. Asıl yadırganacak şey, Faraç'ın yaptığını, Cumhuriyet'in ardından,
Hürriyet gazetesinin neredeyse tam sayfa tekrarlamasıydı.
27 Mart
Perşembe günü, Doğan
Medya organlarından Tempo'da, aceleyle toparlandığı her halinden belli olan bir şeyin yayına sokulması her şeyi söylüyordu aslında! Şey diyorum, çünkü ne haber vardı ortada ne de yazı... Kaleme alan kişi kimse, imzasını atmaktan imtina etmiş. Çünkü devlet kurumlarında çalışan kişilere ait internet ortamında yer alan ne varsa toplanıp, Hikmet Çetinkaya'dan nakille,
delil ve ispat aranmaksızın yayına sokulmuş. Şahısların ismini koymaktan utandığı bu 'masum insanların üzerine yıkma gazeteciliğini'
Doğan Medya kurumsal olarak üstlenip bir de kapağa taşımış. Dergi yayınından bir gün önce
Aydın Doğan tarafından Selçuk'a yapılan ziyaretin bir hayli aydınlatıcı olduğu anlaşılıyor!
Sayın Selçuk'u biraz takip edenler üslubunu hemen çözer. Sonra "Ergenekon'un fikrî lideriymişim. Gülerim." açıklamasının
itiraz değil, keyif almanın ifadesi olduğunu anlar. Selçuk demek istiyor ki, 'Ne fikrî lideri çocuk. Benim bir de
eylem tarafım vardır. Yönlendiririm. Gerekirse yaparım.'
Linçten de öte bu sistemli faaliyet karşında Fethullah Hocaefendi ne demiş? Hiç... Üslubunu bir kere bile bozmamış. Bu orantısız duruma gönlüm
isyan etti ve sözün sonunu şairin mısralarına bıraktım:
"Hâin demedik kimseye lâin demedik./ Vurdun bize ey el ne bu halin demedik./ İnsanlık için dua dua yalvardık./ Tel'ine ve bedduaya âmin demedik."