Büyükler, sözün kifayet etmediği noktalarda sıkça başvururlar dört duvarın şahitliğine. İçinden ne kadar hayat akıp gitmişse o kadar sır biriktirmiştir duvarlar. Tüm sesler sustuğunda, onların dile gelmesi daha bir şiddetle arzulanır. Duvarların dili olsa da anlatsa… Fakat mahşerden önce gerçekleşmeyecek beyhude bir temennidir bu. Biz de benzer yakarışlarla çaldık Huber
Köşkü’nün kapısını.
İstanbul’un tüm renklerinden izler taşıyan köşk, kapılarını açmadı ama neredeyse 80 yıldır saklı tuttuğu bohçasını ve hatıralarını sundu ellerimize. Sahne kimi yerde karardı, ancak bu kez de bir sahafta alıcısını bekleyen 100 yıllık evrak girdi devreye ve resim tamamlandı.
Huber Köşkü 1988’den beri cumhurbaşkanlığının İstanbul’daki ikametgâhı olarak kullanılıyor. Bu bilgi, binanın ne kadar ‘üst
sınıf’ olduğu konusunda fikir verse de aslında bahsini ettiğimiz yıllar malikânenin en renksiz dönemine tekabül ediyor. Geriye doğru gittikçe katmer katmer açılan tarih sayfaları, misline az rastlanır bir hayat hikâyesi koyuyor ortaya. 150 yıllık bir sanat harikasının ve oraya konup göçmüş insanların birbirine geçmiş hikâyelerini…
Adını, kendisine 1900’lerin başından 1922’ye kadar sahip olan
Alman Huber kardeşlerden alıyor köşk.
Tarabya'yla
Yeniköy sahili arasında, boğazın en güzel noktalarından biri üzerinde bulunuyor. Göz alabildiğine yeşil bir bahçenin denize kavuştuğu noktada, ihtişamlı ama sevimli bir bina burası. 1860’tan sonra inşa edilse de hakkında 20’nci yüzyılın başına kadar nakledilenlerin tamamı rivayetten ibaret. Boğaza
bakan tepeciğin üzerindeki ilk yapının sahibi gibi inşa tarihi ve mimarı da bilinmiyor. Asıl hikâye de Huberler’le başlıyor aslında.
Auguste ve Joseph Huber kardeşler, 1800’lü yılların sonunda
Osmanlı’ya
silah satan zengin aristokratlar. Alman Mauser ve Krupp firmalarının temsilciliğini yapan Huberler, dünyadaki tüm silah satıcıları gibi zengin insanlar. Aile, Osmanlı aristokrasisinin hızla batıya açıldığı bu yıllarda basınının vazgeçilmez haber ve magazin kaynağı.
Hayat tarzları,
giyim ve kuşamları İstanbul sosyetesi için çok önemli. Prof. Afife Batur, günümüzün Koç
ailesine emsal gösterdiği Huberler için “ne yapsalar ses getiriyordu.” diyor. Yurt dışına gidiş gelişleri, katıldıkları toplantılar, evlerinde verdikleri davetler tüm detaylarıyla basına, özellikle
Fransızca yayın yapan gazetelere malzeme oluyor. 14
Şubat 1893 tarihli “Moniteur Oriental” de Bay ve Bayan Huber’in önceki
pazar günü mevsimin en büyük maskeli balosunu verdikleri ve Joseph Huber’in kızı Matmazel Anna Huber’in ünlü bir modacı tarafından hazırlanmış kıyafeti giydiği haberi yer alıyor. 2
7 Şubat 1895 günü yapılan baloyu konu edinen haberler sayesinde de Auguste Huber’in eşi Justine Huber’in kıyafetinin sosyete arasında olay yarattığını öğreniyoruz. Justine Huber silindir şapkalı arabacıların kullandığı gösterişli faytonlarla gezintiler yapıyor. O tarihlerde kadınların ata binmesine alışık olmayan İstanbulluları binicilikteki ustalığı ile şaşkına çeviriyor.
Murat Belge de güzelliği ve özgürlüğüne düşkünlüğü ile öne çıkan Justine Huber’in o yıllarda İstanbul sosyetesinin hanımlarına
model olduğunu belirtiyor.
KÖŞKÜN HER YANI BAŞKA BİR İZ TAŞIYOR
1995’te Huber Köşkü’nün restorasyonuyla görevlendirildiğinde yapıyla ilgili uzun bir araştırma yapan Restoratör Mimar Afife Batur’a göre, Sultan
Abdülhamid’in 1898’de
Almanya’dan 100 milyon marklık silah almasına aracılık edip servetlerine servet katan Huber kardeşler, köşkü bu tarihten kısa bir süre sonra almış olmalı. Ailenin şöhretin zirvesinde olduğu dönemde satın alınan köşk de bu itibar ve servetten nasipleniyor. İki ayrı aşamada bahçe içindeki ahşap binaya ilaveler yapılıyor. Mütevazı yapının o güne dek taşıdığı
yalı havasından sıyrılıp
küçük bir kaleye dönüşmesi de bu müdahalelerden sonra oluyor. Huber Köşkü ile bütünleşen bir başka hikâye de burada başlıyor.
İtalyan mimar Raimondo d’Aronco’nun hikâyesi. Ana bina ona ait olmasa da köşk, d’Aronco’nun eseri olarak biliniyor. Zira İstanbul’da 20’nci yüzyılın en güzel yapılarına
imza atan mimar, asıl ününü Huber Köşkü sayesinde kazanıyor.
İtalya’da yaşayan d’Aronco, 1894’te
Ziraat ve
Sanayi Sergisi için İstanbul’a davet ediliyor. Ancak aynı yıl meydana gelen deprem İstanbul’u alt üst edince d’Aronco’dan zarar gören yapıları onarması isteniyor. Estetik anlayışı bilindik kalıplara pek uymayan d’Aronco, imza attığı binalarda
Avrupa’da çok yaygın olan Art Nouveau üslubunu kullanıyor. Ama İstanbul’a has çizgilerin ayrı bir önemi var usta mimar için. Şehrin güzelliğini geniş bahçeler içine oturttuğu eserlerle pekiştiriyor. Huber Köşkü, d’Aronco’nun eli değdikten sonra çok kimlikli bir yapıya bürünüyor.
Tarihçi Orhan Erdenen’e göre üzerinde Çin, Arap, Acem, Osmanlı, İtalyan, Fransız ve
İngiliz tarzlarından izler taşıyan köşk, farklı ülkelerden mimarların nöbetleşe çalışarak inşa ettiği intibaını uyandırıyor.
D’Aronco İstanbul’da kaldığı zaman içinde aralarında
Beşiktaş’taki Şeyh Zafir Tekkesi ve Türbesi,
Boğaziçi’ndeki İtalyan Sefareti yazlığı,
Yıldız Sarayı içindeki çeşitli pavyonlar ve
İstiklal Caddesi üzerindeki Botter apartmanının da bulunduğu çok sayıda binaya imza atıyor. İtalyan mimarın en ünlü eserlerinden biri, 1959 yılında meydan düzenlemesi gerekçe gösterilerek yıkılan
Karaköy Mescidi. Kınalıada’ya monte edilmek üzere yerinden kaldırılan camiden bir daha haber alınamıyor. Yeri gelmişken Karaköy Mescidi’nin planlarının d’Aronco’nun tüm çizimleri ile birlikte İtalya’nın Udine Belediyesi’nde mevcut olduğunu hatırlatmakta yarar var. 1909 yılına kadar saray mimarı olarak çalışan Raimondo d’Aronco, Sultan Abdülhamid tahttan indirilince İstanbul’u terk ediyor ve 1932’de İtalya’da hayatını kaybediyor.
Son dönem Osmanlı günlük hayatını keyifli üslubuyla kaleme alan Naim Duhani, Auguste Huber’in eski Harbiye Nazırı Serasker Rıza Paşa’dan örnek alarak boğazı yeniden ağaçlandırmaya girişen birkaç kişiden biri olduğunu anlatıyor. Bugün eşine az rastlanır koru, onun eseri. Orhan Erdenen, Huber Köşkü’nü anlatırken 1950’lerde
Burhan Felek’ten dinlediklerini hatırlıyor: “İstanbul’da belli başlı seyir noktaları varmış eskiden. Huber’in arka setleri de bu seyirliklerden biri. Binadan 3 kademeli köprülerle bahçeye çıkılıyor. İk
inci katta neredeyse yüz elli senelik
fıstık çamları var. Burhan Felek fıstık çamı dikilen yerlere dikkat edilmesi gerektiğini söylerdi. Fıstık çamları
manzaranın güzelliğine işaret eder.” Manzara teraslarının bir zamanlar Huber’in bahçesinde de bulunan 7 kıstasından söz ediyor Erdenen. Geniş bir alanı taraması, dikey görüntü alması, bakan insana güzel duygular aşılaması ve manzaraya zevki rahatsız edecek bir şey girmemesi. Burada duruyor Hoca. “Gerisini saymaya lüzum yok. Çünkü sadece Huber’de değil, İstanbul’un hiçbir noktasında böyle yer kalmadı.” Bu ender güzellik içinde 20 yıl kadar yaşayan Huber ailesi,
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından İstanbul’un işgali gündeme gelince şehri terk ediyor.
Bütün kaynaklar, Tarabya sırtlarındaki yalının Huberlerden Necmettin Molla’ya satıldığını yazsa da artık bu bilginin de doğru olmadığını biliyoruz. Henüz bilimsel araştırmalarda kullanılmayan evraka göre Huber Köşkü Necmettin Molla’ya değil, 1
Ağustos 1922’de Mahmut Nedim Bey’e satılıyor. Küçük bir kaleyi andıran malikâne, aynı yıl Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın soyundan,
Mısır Hidiv'i Hüseyin Kamil Paşa'nın kızı Prenses Kadriye’ye geçiyor. Prenses Kadriye hakkında bilinen sınırlı malumattan biri,
Atatürk’le arasında iyi bir ilişki olduğu. 12
Mayıs 1337’de (1921)
TBMM Reisi
Mustafa Kemal Paşa’yı makamında ziyaret eden Prenses’in Atatürk’e
hediye ettiği imzalı kitaplar halen
Anıtkabir’deki özel kütüphanede bulunuyor. Prenses Kadriye, çok beğendiği köşkte uzun süre oturamıyor. Bir rivayete göre boğazın nemli havası prensese dokunuyor. Bundan daha fazla kabul gören bir diğer taşınma gerekçesi ise Mısır Kralı Fuat’ın hanedan üyelerinin Mısır’da oturmasını istemesi.
HUBER ARTIK RAHİBELERİN YAZLIĞI
1928’de prensesin boşalttığı Huber’in tarihinde yeni bir sayfa açılıyor. O güne kadar sosyeteye ev sahipliği yapan köşk, Fransız Katolik Lisesi Notre Dame de
Sion’a kiralanınca 1970’lere kadar en farklı ve renkli misafirlerini ağırlamaya başlıyor. Rahibeler tarafından yazlık olarak kiralanan köşkün mülkiyeti 4 yıl sonra iki rahibeye, Therese Clement ve Marie Aimee Odent’e geçiyor. Atatürk’ün manevi kızları Nebile, Rukiye ve
Afet hanımların da eğitim aldığı Notre Dame de Sion Lisesi’nin 150 yılını kaleme alan Saadet Özen, rahibelerle Prenses arasında yaşanan yoğun yazışmalar sonucunda Huber Köşkü’nün değerinin çok altında bir meblağa, 5 bin liraya Fransız Lisesi’ne satıldığı bilgisini veriyor.
Eski mezunların anılarını da derleyen Özen, köşkün 1970’ten önceki tüm öğrenciler için bir bayram yeri olduğunu anlatıyor. Rahibeler günün ilk saatlerinde
siyah mayoları ile neredeyse karşı kıyıya kadar yüzerken öğrenciler en sıcak zamanlarda boğazın serin sularının tadını çıkarıyor. Bugün Cumhurbaşkanlarının kullandığı köşkün bahçesinde uzun yıllar Katolik eğitimi alan cıvıl cıvıl çocuklar oyun oynuyor, rahibeler ellerinde sopalarla
tavuk kovalıyor… Yazın dul Levanten hanımların da kaldığı Huber Köşkü, 40 yıl sonra, 1973’te vergisi iyice yükseldiği için Boğaziçi İnşaat
Turizm Anonim Şirketine satılıyor. Ve 1988’de Kenan
Evren’in talimatıyla kamulaştırılarak Cumhurbaşkanlığına tahsis ediliyor.
Semra
Özal,
Kenan Evren’in çok az kullandığı köşkü beğenmeyen tek isim belki de. 1989’da göreve gelen 8’inci Cumhurbaşkanı
Turgut Özal, eşi Huber Köşkü’nü beğenmediği için İstanbul’a geldiğinde Harbiye
Ordu Evi’nde ya da
Çırağan Sarayı’nda kalmayı
tercih ediyor. Ancak Orhan Erdenen ve Afife Batur, Semra Hanım’ın kullanmasa da tarihî yapıda kalıcı izler bıraktığını anlatıyor. Batur’a göre 90’lara kadar içinde hiç değişiklik yapılmayan Huber Köşkü, Osmanlı’dan kalma eşine az rastlanır mutfağını ve orijinal iç dekorasyonunu bu dönemde kaybediyor.
İnşa edildiği tarihten itibaren hep şaşaalı hayatlara ev sahipliği yapan köşk,
Demirel döneminde de sessizliğini koruyor.
Etiler Aydın Sitesi'ndeki evlerinde konaklayan Demirel ailesi Huber’de hiç gecelemese de köşk, 1994’de
Süleyman Demirel’in emriyle aralarında Afife Batur’un da bulunduğu bir
heyet tarafından
restore ediliyor. Afife Batur, resmî görevlilerden sonra Huber Köşkü’nü ve bahçesini gören son kişilerden biri. 10 yıl önce bıraktığında ana binanın iyi durumda olduğunu anlatıyor. Öteki tarihî yapılarsa kaderine terk edilmiş durumda. Cumhurbaşkanlığına geçtikten sonra 64 bin metrekarelik bahçeye
cumhurbaşkanının ikameti için bir kompleks,
yabancı devlet adamlarını ağırlamakta kullanılacak Devlet Konukevi, üst düzey bürokratlar için lüks konutlar, lokal ve yemekhane inşa ediliyor. Dış duvarlar ve yollar da yeniden yapılıyor. Sonradan yapılan binalar konusunda konuşmak istemeyen Batur: “Mimari açıdan değerlendirmek istemiyorum, çünkü yapanlar arkadaşım. Ama bahçenin bütünlüğünü bozuyorlar.” demekle yetiniyor.
HAYRÜNNİSA HANIM ÇOK BEĞENMİŞ
Ahmet Necdet Sezer, Evren’den sonra Huber Köşkü’nde kalan ilk cumhurbaşkanı. Geçtiğimiz haftalarda duyduk ki 11’inci Cumhurbaşkanımız
Abdullah Gül’ün eşi
Hayrünnisa Hanım da, İstanbul’daki yazlık ikametgâhını çok beğenmiş ve vaktinin çoğunu burada geçirmeye karar vermiş…
Huber Köşkü’nün 150 yıllık hikâyesi hiç sıradanlaşmadan devam ediyor velhasıl. Birbirine kapı açan bu hayatlara konup göçerken ister istemez hangi kimliğin daha üstün ve
baskın olduğunu düşünüyor insan. Huber mi güzelliğinde gölgelenmiş insanlara hatırlanma nimetini bahşediyor, yoksa cihan İmparatorluğunun gözbebeğinde bilumum dünya nimetine sahip olmuş insanlar mı onu şöhrete mahkûm ediyor. Kim bilir…
AKSİYON