Hocaefendiyi en çok sevindiren neydi?

O'nu bu Ramazan'da en çok üzen ve en çok sevindiren neydi?

Hocaefendiyi en çok sevindiren neydi?

Hocaefendiyi Bu Ramazanda en çok Samanyolu İnsanlık Ölmedi programı sevindirdi Aksiyon Dergisi'nden Mustafa Sungur Bey'in sorularına cevap veren Herkul İnternet Dergisi yayın yönetmeni Osman Şimşek Bey, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hüzünlü gurbetini ve dâussıla duygularıyla idrak ettiği on ikinci ramazanı anlattı. Bu mülakatta, Hocaefendi'nin sağlığından ramazanı nasıl geçirdiğine, derin ruh dünyasının yansımalarından son on üç senelik sırdaşı küçük odasındaki mütevazı müzesine, Suriye ve Afrika'daki insanlık dramlarına dair üzüntülerinden şehit haberleriyle sarsılışına kadar yaşadıklarını ve hissettiklerini bulacaksınız. Hocaefendi'nin pek çok rahatsızlığı olduğunu biliyoruz. Hastalıklarına rağmen oruç tutabiliyor mu? Bir insanın mârifet ve muhabbeti derinleştikçe ibadet iştiyakı da artar. Onun içindir ki, gerçek bir Hak yolcusu, seyr u sülûk-i ruhânîde terakki ettikçe, ibadet ü tâata karşı şehvet ölçüsünde bir düşkünlük göstermeye başlar.. hatta zamanla öyle bir hâl alır ki, artık o, oturur-kalkar hep Cenâb-ı Allah'ı anar, sürekli dualarla coşar; Hak dergâhının bir bülbülü olarak kalbinin diliyle bitevî O'nu terennüm eder ve adeta ibadetle nefes alıp verir, ibadetle yaşar. Böyle bir kul, her meselede "azîmet"lere sarılır; nefse zor gelse de, Allah'ın emirlerini en mükemmel şekilde yapmaya ve ibadetlerini kılı kırk yararcasına, eksiksiz eda etmeye çalışır. Bir özre ya da zarurete binaen meşru kılınan ve "ruhsat" olarak adlandırılan kolaylıklardan dahi uzak durur. Bir hâdisede, azîmet ile ruhsat arasında seçme durumunda kalınca, o daima azîmet yoluna yönelir. Başka insanlara fetva vermesi ve yol göstermesi söz konusu olunca, "Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; sevdirin, nefret ettirmeyin!" beyan-ı nebevîsine uygun olarak hep kolaylık tavsiye eder, dinin genişliğinden istifade etmeyi salıklar. Fakat, kendi nefsiyle başbaşa kaldığında zora talip olur ve azamî takvaya tutunur. İşte biz, muhterem Hocaefendi'de her zaman olduğu gibi Ramazan ayında da böyle bir ibadet iştiyakına ve kulluk anlayışına şahit oluruz: Kur'an ayı şafakta tüllenmeye durduğu günlerden itibaren doktorlar, "Efendim, oruç tutmanız tehlikeli olabilir; Allah korusun, şeker krizi ve kanın pıhtılaşmasına bağlı damar tıkanıklığı ihtimali var." derler. Fakat, böyle bir ikaz karşısında, ibadet aşığı Hocamız, bir kere daha tabiatını seslendirir: "Doktor bey, oruç tutmazsam o zaman zaten ölürüm!" Aslında ona, ağır bir hastalığa yakalanan, iyileşme umudu olmayan hastaların ve oruç tutmaya gücü yetmeyen yaşlıların durumunu sorsanız, mutlaka onların oruç tutmaları gerekmediğini ve tutamadıkları "her bir oruç için bir fakiri doyuracak" kadar "fidye" vererek bu vazifelerini yerine getirmiş sayılacaklarını söyler. Ne var ki, kendisi hakkındaki hükmü farklıdır; o, dinin belirlediği azîmet çerçevesine sadık kalmak suretiyle mutlaka orucunu tutar ve "Rabbimin huzuruna sözümde durmuş olarak çıkayım; Efendimin (aleyhissalatü vesselam) yanına kulluk vaadimi korumuş olarak varayım!" der. Sağlık durumu nasıl, geçen yıllarla kıyaslayabilir misiniz? Hocaefendi, hemen her sahurda gün boyu şeker ve tansiyonunu dengede tutabilmenin yollarını araştırır. Gün içinde meydana gelebilecek hipoglisemiye (hâlsizliğe, aşırı terlemeye ve hafif baygınlığa yol açacak şekilde kanda normalden daha az şeker bulunması haline) mani olmak için insülini belli bir dozda alması gerektiğinden dolayı her gün ince ince hesaplar yapar; iftarda ve sahurda ani şeker yükselmesini engellemek maksadıyla insülin iğnesi kullanır; iftarda kısa ve uzun tesirli karışım insülini, sahurda da sadece kısa tesirli olanını alarak kan şekerini normal sınırda tutmaya çalışır. Şeker düzensizliğinden ve susuzluktan dolayı kanın pıhtılaşma eğilimi artması sebebiyle damar problemleri yaşamamak için içtiği suyun miktarına bile çok dikkat eder. Ani şeker düşmesi ihtimaline binaen, tehlike anında hemen alabileceği konsantre şekerini de yanından ayırmaz ama ağız yoluyla bir şey alıp orucunu kati bozma yerine, -bazı alimlere göre orucu bozmayan- şırınga yapma (sonra her şeye rağmen o günü kaza etme) yolunu ihtiyata daha uygun bularak glucagon iğnesini de bütün ay boyunca masasında hazır bekletir. Düşünebiliyor musunuz, biz elimizde hurma iftar etmeyi beklerken, o glucagonla ezan vaktini intizar etmektedir. Hocamız kalbine stent takılmadan evvel daha çok zorlanıyor, bilhassa ikindiden sonra artık halsiz kalıyor, iftar vaktini zor ediyordu. Geçen sene -elhamdulillah- akşam namazını bile kıldırdığı çok oldu, iftar öncesi yaptığımız derslerde uzun uzun açıklamalarda bulunacak kadar sağlığı yerindeydi. Bütün Ramazan boyu tefsir ile meşgul olduğumuz için o halini “Kur'an'ın kerameti” sözüyle ifadelendirmişti. Bu sene biraz daha zor geçiyor; maalesef, birkaç gün ikindi dersini yapamadık. Kendisi halini latifeyle karışık şöyle anlatıyor: “Bir oruç tutan insanlar vardır, bir de orucun tuttuğu insanlar vardır. Herhalde ben ikinci gruba giriyorum.” Bu arada, şunu da ilave etmeliyim ki, Hocaefendi kendisi için orucun zorluğuna işaret ettiği hemen her zaman, maden ocaklarında alın teri döken işçilerden tarlada güneşin alnında kavrulan çiftçilere, ateş karşısında ocaktaki ekmekle beraber pişen fırıncılardan ekmek parası kazanmak için akşama kadar çalışıp didinen insanlara kadar çok zor şartlarda da olsa oruç ibadetini eda edenleri anıyor, asıl sevabı onların kazandığına vurguda bulunup onlara dua ediyor. Hocaefendi'nin Ramazan'daki 24 saati nasıl geçiyor? Hocamız temkin vaktini de dikkate alarak imsaktan kırkbeş dakika önce salona çıkıyor, 7-8 kişi ile sahur yapıyor. İftar ve sahurda her zamanki gibi sade yeyip içiyor. Sahurda nane ve kekik karışımı ile zeytinyağına ekmek bandırarak, iki üç zeytin, biraz peynir, bir iki dilim domates ve bazen biraz haşlanmış patatesle kahvaltı yapıyor. Yemek esnasında bazen Samanyolu televizyonundaki programın bir kısmını seyrediyor. İmsaktan onbeş dakika sonra durulan sabah namazını müteakip bir gün “uzun tesbihat” ertesi gün de “sabah duaları” okunuyor. Zat-ı alileri, Peygamber Efendimiz'in (aleyhissalatü vesselam) sürekli tekrar ettiği sabah zikirlerine çok önem veriyor. Bu sünnetin ihya edilmesi gerektiğini, hiçbir duanın Rasûl-ü Ekrem'in sözleri kadar nurlu ve bereketli olamayacağını, dolayısıyla sünnet olan sabah dualarının mutlaka okunması ve okutulması, bu adet-i nebeviyenin canlandırılması lüzumunu sürekli nazara veriyor. Tabii her defasında dua yaparken şuurdan vize almak gerektiğini, duyarak okumanın ehemmiyetini de hatırlatıyor. Hocamız, önceki senelerde Ramazan'ın vazgeçilmez bir esası olan mukabele sünnetine de mutlaka riayet ederdi. Sabah namazından sonra etrafında halelenen insanlara bir cüz okutur ve gözleri kapalı, huşu ile onları dinlerdi. Kendisi zaten Kur'an hafızıdır ve hıfzı çok kuvvetlidir; Kur'an'ın her harfinin hakkının verilmesini ister, yanlış okuyanı hemen kısık bir sesle uyarır ve hatasını düzeltirdi. İftardan sonra biraz güç ve tâkat bulunca da yine en az bir saat ders okuturdu. Mesela İbn Hacer Hazretleri'nin Fethü'l-Bârî'si, Seyyid Bey'in Medhal'i ve Abdulhakim Arvasî hazretlerinin er-Riyadü't-Tasavvufiyye'si gibi eserler farklı yıllarda bu kutlu ay boyunca okunan kitaplardan sadece üçü. Hâlâ bu usûl üzere devam ediyor musunuz? Muhterem Hocamız son yıllarda mukabele ile beraber Kur'an-ı Kerim'i anlama ve en azından muhtevasına vakıf olma gayretiyle meal ve tefsire ağırlık veriyor. Önce bir Ramazan meal okundu. İki senedir de sabah namazlarından sonra Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsiri satır satır okunup takip ediliyor. İkindi akabinde ise, o sabah okunan ayetlerle alâkalı yaklaşık onbeş yirmi tefsir kitabında geçen farklı yorumlar özetleniyor; herbir arkadaşımız bir tefsiri okuyup özet hazırlıyor ve beş on dakikada onu arz ediyor. Arkadaşlarımızın aralarında taksim ettikleri tefsirlerin bazıları şunlar: İmam Maturidi-Te'vilâtü'l-Kur'ân, Zemahşeri-Keşşaf, Fahruddin Razi-Mefatihu'l-Gayb, Beyzavi-Envarü't-Tenzil ve Esrarü't-Te'vil, Ebu Hayyan-Bahru'l-Muhit, Ebu's-Suud-İrşadu Akli's-Selim ilâ Mezâyâı Kitabi'l-Kerim, Tantavî Cevherî-el-Cevâhir fî Tefsiri'l-Kur'âni'l-Kerim, Seyyid Kutup -Fi Zilâli'l-Kur'ân, Molla Bedreddin Sancar-Ebdau'l-Beyan, Bediüzzaman Said Nursi-Risale-i Nur Külliyatı. Muhterem Hocamız hem okunan hem de hulasa edilen meal, tefsir, yorum ve şerhleri pür dikkat dinliyor; anında müdahalelerle, iştirak ettiği noktalara ya da katılmadığı hususlara işarette bulunuyor, ilave açıklamalar yapıyor; selef-i sâlihînin dini doğru anlama ve aktarma yolundaki meşkur gayretlerine dikkat çekip onları hayırla yâd ediyor ve dünün anlayışını günümüzün idrakiyle mezcedip hal-i hâzırın meselelerine ışık tutuyor. Hocaefendi'nin Kur'anı anlama ile alâkalı bu uygulaması sadece sizin mekana mı has; bu konuda neler düşünüyor? Muhterem Hocamız Kur'anı anlama cehdinin yaygınlaştırılmasını arzuluyor. İmam-hatip görevlilerinin, vakit namazlarından sonra okumuş oldukları aşr-ı şeriflerin hemen akabinde, tilavet ettikleri bölümlerin meallerini de vermelerinin halkımızın Kur'an-ı Kerim'i anlaması yolunda önemli bir vesile olabileceğini düşünüyor. Ramazan mukabelelerinin de aynı çerçeve içinde yapılmasının mevcut mukabele uygulamalarına nisbetle çok daha faydalı olacağı kanaatinde. Belki günlük okunan bir cüz' ikiye bölünerek, mesela sabah namazı sonrası on, ikindi namazı sonrası on sayfa olmak üzere mukabelenin Kur'an'ın lafzı ve meali ile birlikte okunması sağlanabilir. Ana dili Arapça olmayan bizim gibi Müslüman milletlerin hepsi için söz konusu olan Kur'an'ı anlama problemi elbette bununla aşılamaz; ama böyle bir gayret, İlahi Kelam'ın mana ve muhtevasını öğrenme adına teşvikçi bir rol oynayabilir. Meal esnasında kafaya takılan ve soru işareti bırakan yerler, meraklı ruhlar ve düşünen beyinler için yeni bir tefekkür alanı açabilir ve insanların gerek kendi çabalarıyla meal ve tefsire yönelmelerine, gerekse imam-hatip, vaiz ve müftülerle müzakereye iştiyaklı hale gelmelerine kapı aralayabilir. Tabii bu konuda -özellikle en uygun ve genelin kabulüne vabeste geniş bir meal ortaya koyma noktasında- Diyanet İşleri Başkanlığı'na büyük iş düşüyor. Sabahtan sonraki program nasıl oluyor? Hocamız yaklaşık iki saat süren dersten sonra biraz istirahat etmek için odasına çekiliyor. Ramazan boyunca aktüalite ile ilgilenmiyor, hatta gazetelere bile bakmıyor. İstirahat haricinde virdleri ya da Kur'an ile alakalı yeni bir kitabın tashihleri ile meşgul oluyor. Öğle namazına tam vaktinde çıkıyor. Genellikle, gün ikindiye kayarken rahatsızlıkları -özellikle de şeker hastalığı- tesirlerini bütünüyle göstermeye başlıyor, vakit ilerledikçe ayakta kalacak derman bulamıyor. Çoğu zaman namazı en arka safta, zorlukla tamamlıyor. Ender de olsa bazen nafileleri oturarak kılıyor. Her şeye rağmen, ikindi akabindeki tefsir müzakeresini devam ettiriyor. Âh o iftar vakitleri.. âh o hüzün ile hayranlığın iç içe girdiği dua anları... Ramazan haricinde her gün yarım saat hususiyle milletimiz, sonra bütün ümmet-i Muhammed ve topyekün insanlık için dua edilen bu mekanda, gün guruba kayınca, artık kafasını taşıyacak kadar bile mecali kalmıyor Hocamızın. Koltuğa yaslanıyor, başı bir tarafa düşmüş vaziyette durup ezanı bekliyor. Fakat o anda bile dudakları kıpır kıpır; vücudu yorgun olsa da gönlü dipdiri Allah'a yöneliyor, derdini O'na döküyor, istek ve ihtiyaçlarını bir bir O'na arz ediyor... Gözleri kapalı, elleri iki yanında açık, ağzının kupkuru olduğu ve dilinin zor döndüğü farkediliyor. Kalan bütün takati ve mecali ile yeryüzünde gözyaşlarının dinmesi, aç ve hastalara acilen yardım ulaşması, mazlumların kurtulması, bilhassa halkı müslüman olan ülkelerde umumî bir sulhün daim olması için dua ettiğini tahmin etmek zor değil. Çünkü, söz açıldığında konuyu mutlaka bu noktaya getiriyor. İftarı onunla beraber dualarla intizar edenlerin ve onu o halde görenlerin kimileri, derin bir nefis muhasebesi ve "Ben de oruç mu tutuyorum ki?" şeklindeki iç hesaplaşmasıyla, onun dualarına "amin" diyor; kimileri de aynı istek ve talepleri yanaklarından süzülen gözyaşlarına yükleyerek hal diliyle terennüm ediyorlar. Kalbler ortak hislerle atıyor; o an tek bir duygu benlikleri sarıyor: "Ne olur Allahım, sadece Senin rızanı arayan ve ona ulaşmak için bunca sıkıntıyı rıza ile göğüsleyen şu kulunun dualarını kabul eyle!.." Hocaefendi'nin iftarını anlatır mısınız? Hocamızın ihya edilmesini gerekli gördüğü sünnetlerden biri de i'tikâf'tır. Malumunuz olduğu üzere, i'tikâf; cemaatle namaz kılınan bir mescid veya o hükümde bir yerde, ibadet niyetiyle durmak ve ikâmet etmek demektir. Gerçi mü'minler arasında i'tikâf bilinir ve dünyanın pek çok yerinde yapılır ama günümüzde bu ibadete de gerektiği kadar değer verildiği söylenemez. Oysa, Rasûl-i Ekrem Efendimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Medine'ye hicretinden sonra, ruhunun ufkuna yürüyeceği âna kadar her Ramazan'ın son on gününü i'tikâf ile değerlendirmişlerdi. Hocamız da yıllardır, sünnete ittiba ederek Ramazan'ın son on gününü mutlaka i'tikâfta geçirirler; bunu bazı seneler yirmi ve hatta otuz gün devam ettirdikleri de olur. Muhterem Hocaefendi Ramazan boyunca inziva ve i'tikâfta olduğu için davetlere icabet etmiyor, kendisini aktüaliteye çekebilecek misafirler ağırlamıyor. Vakit girince hurma ve su ile orucunu açıp önce akşam namazını cemaatle kılıyor, sonra iftarını yalnız yapıyor. O esnada bazen Samanyolu anahaberin bir bölümünü seyrediyor. İftardan sonra gücü yettiği kadar az sayıdaki misafirlerle ve herhangi bir meselesini istişare etmeyi bekleyenlerle görüşüyor; dert dinliyor, çareler söylüyor. Teravih kılabiliyor mu? Her gece yine vakit girer girmez cemaatle yatsı namazını kılıyoruz. Biz misafirlerle beraber alt salonda teravihimizi hatimle edâ ediyoruz. Hocaefendi de teravih namazını hatimle ama özene bezene ikâme ediyor. Biz yirmi rekatı bitirince Hocamız ancak namazın yarısını tamamlamış oluyor. Salona çıkıp biraz dinlendikten ve şekerini dengelemek için bir iki lokma atıştırdıktan sonra diğer on rekatı tamamlıyor. Oldukça uzun süren kıraatini gücü yettiği kadar ayakta yapıyor; çok rahatsız olduğu zamanlarda nadiren oturarak kıldığı da oluyor ama yine de hatimle namazını aksatmıyor; dahası bazen bir hatimle de yetinmiyor. Kendi ifadesiyle, “Hadi, şu ikiyi de ayakta kıl, diğerinde oturarak eda edersin!” diye diye “nefsini kandırıyor” ve çoğunlukla namazı ayakta kılarak tamamlıyor. Gece boyunca çok az istirahat ediyor; özellikle son on gece hemen hemen hiç uyumuyor; Kur'an ve dua ile meşgul oluyor. Yanında kalan insanları da hususiyle son on gün çok az uyumaya ve o bereketli anları azamî surette değerlendirmeye teşvik ediyor. Hocamız bir dönemde birkaç kişi ile dua paylaşmış ise, onu artık hep devam ettiriyor. Otuz kırk sene önce bazı dostlarıyla taksim ettikleri virdlerini bugün de aksatmadan okuyor. Böyle olunca, bir grupla el-Kulûbu'd-Daria, bir diğeriyle Cevşen ve bir başkasıyla salât-ı tefriciye taksiminde kendisine düşen bölümleri mutlaka her gün tamamlıyor. Tabii böyle bir itiyad da her gece bir-iki saatini dolduruyor. Bu Ramazan'ı öncekilerden ayıran en önemli farklılık neydi? Gerçi insanlığın, ümmet-i Muhammed'in (aleyhissalatü vesselam) ve milletimizin halledilmeyi bekleyen pek çok meselesi vardı ve hala var. Fakat, bir yanda komşumuz Suriye'de akan kan ve gözyaşı, diğer tarafta Afrika'yı kasıp kavuran kuraklık ve açlık felaketi, bu Ramazanda diğer dertlerimizi muvakkaten de olsa unutturdu ve hepsinin yerini işgal ederek gelip üzerimize kara bir bulut gibi çöktü. Bu sene derslerimizde ayrı bir hüzün, iftarlarımızda farklı bir burukluk, gecelerimizde değişik bir keder var. Sokak ortasında kafasından vurulup yere yığılan insanların silüetleri ve açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocukların hayalleri hiç ayrılmıyor gözümüzün önünden. Müzakerelerimizin konusu ne olursa olsun, söz bir şekilde dönüp dolaşıyor ve Somali, Kenya, Uganda ya da Etiyopya'da açlıktan kıvranan insanlara gelip düğümleniyor. Ramazanlar'da o talihli evdeki hava nasıl oluyor? Misafirler asude ve içe derin bu evde kendilerini Anadolu'nun sıcak bir ocağına girmiş gibi hissedeler. Burada hemen her zaman yapılan ibadetlerin, müzakere edilen konuların, düşünce ve inanç dünyamızla alâkalı tahlillerin, terkiplerin; daha başka içtimaî münasebetlerin enginliğine kendilerini salar ve adeta rüyada yaşıyormuş gibi olurlar. Gerçekten burada çok defa esrarlı bir akım, sırlı bir sükûnet ve huzur veren bir sekine hissederler. Farklı bir hava, manevi bir tat, değişik bir neşve ve husûsî esintilerle gönüllerinin meşbu olduğunu duyarlar. Buranın sâkinlerine gelince, onlar biraz daha temkinlidir. Hocaefendi'yi sürekli ızdıraplı görmek, hep onun gözyaşlarına şahit olmak ama onun ufkundan uzak bulunmak, o zahirî tali'lilere çok ciddi gel-gitler yaşatmakta; bitevi bir nefis muhasebesi onlardaki diğer bütün duyguları adeta baskı altına almaktadır. Dahası, çoğunda aradan geçen yıllara rağmen hala öğrencilik psikolojisi ve her gün ders verme heyecanı hakimdir. Fakat, hemen hepsi hâlinden memnundur.. günleri okuyup düşünme, düşünüp Hakk'a yakınlık arama hisleriyle dopdolu geçmektedir. Diğer taraftan, Ramazan ayında cömertliği kat kat artan Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ve selef-i salihîn efendilerimiz gibi, Müşfik İnsan da uzak yakın çevresini değişik ihsanlarla sevindirir. Malının bir kısmını gece bir kısmını gündüz, birazını gizli birazını da açıktan veren Hazreti Ebu Bekir ve Hazreti Ali efendilerimize ittibâen, Hocamız, bu ayın başında daha ortada hiçbir yardım teşebbüsü mevcut değilken, Kimse Yok Mu Derneği'nin “Afrika Gıda Kampanyası”na onbin dolar bağışladığı gibi, bazen başkalarını da hayra teşvik için ikram u ihsanlarının duyulmasına ses çıkarmaz; fakat çoğu zaman, muhtaç olduğunu zannettiği birine kimsenin görmeyeceği anları kollayarak yardım eder, hatta bir başkasının eliyle onun ihtiyaçlarını görerek kendisi işin içinde hiç yokmuş gibi davranır. Hocamız, bu mekanın mutfakta çalışanından talebesine kadar hemen herkesin hal ve hatrını sorar, dertlerine ortak olur ve gizli-açık ihsanlarından onları da nasipdâr eder ki, aslında onun sadece bir tebessümüne muhatap olmak, o mekanın -az önce ima ettiğim- bütün zorluklarını uzun süre aşmaya yeter de artar. Hocaefendi'nin odası nasıl? Bazı kimseler, herkesi kendi dünya tutkuları ve yaşama arzuları zaviyesinden değerlendirerek çiftliklerden, villalardan, lüks hayattan ve şatafattan bahsedip dursalar da, Hocaefendi tam oniki senedir tek odacıkta sabahlıyor akşamlıyor. Dahası o oda, Türkiye'de olsa yirmi-otuz kişinin kalacağı bir öğrenci yurdu bile yapılamayacak kadar -ısı ve ses yalıtımı konusundaki yetersizlikleri gibi sebeplerle- namüsait bir binada yer alıyor. Evet, M. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir tepenin üzerindeki şirin bir bahçe içerisine inşa edilmiş yedi-sekiz kardeş evden birinin sadece tek odasında kalıyor. Yatağı, çalışma masası, elbise dolabı, kütüphanesi, küçük buzdolabı, abdesthanesi, koşu bandı ve Türkiye'nin farklı illerinden gelen toprakları da mübarek bir hediye olarak içinde muhafaza ettiği müzeciği... hepsi bu tek odaya sığdırılmış/sıkıştırılmış bir halde. Hocaefendi, âhirete açık, dünyaya bütün bütün kapalı o ukbâ televvünlü odada sürdürüyor hayatını. Orada yazıp çiziyor, orada oturup kalkıyor, yürüyüşünü orada yapıyor, orada istirahat ediyor ve orada geceler boyu Cenâb-ı Hakk'a el açıp dua dua yalvarıyor. Önceleri derme çatma bir barınağı, evvelki gün bir cami penceresini ve dün tahta kulübeyi mesken edinen aziz Hocamız, bugün de o talihli mekanı biricik misafirhanesi olarak görüyor. O mütevazı oda, hasret ve hicranını bağrında saklıyor Hocaefendi'nin; gözyaşlarına şahit oluyor muzdarip sakininin. Hocamızın maddeten küçük mana itibarıyle çok değerli camekanında (müzeciğinde) yer alan önemli hatıralardan birkaçı şunlar: Lıhye-i şerif, Türkiye'nin dört bir yanından gönderilen toprak kutucukları, bir parça Kabe örtüsü, Mescid-i Nebevî'nin halısı, Hazreti Üstad'ın külahı ve sarığı, çeşit çeşit renk renk tesbihler.. bir de üzerinde Türkiye'nin tozu, toprağı, havası bulunan takım elbisesi ve ayakkabıları. Hocaefendi, hemen her eşyasını hediye edebilir, zaten eline ne geçerse dağıtıyor ama o takım elbise ve ayakkabıların yeri başka. Birgün nasip olur da çok sevdiği vatanına dönerse, inşaallah üzerinde onlar olacak. Hocaefendi, Türkiye'den en çok neyi özlüyor? Hocaefendi memleketinin her parçasını, hatta bir şehirlerarası yolculuk esnasında biraz durup azıcık dinlendiği, bir ayranını, bir çayını içtiği çay ocaklarını, dinlenme tesislerini bile özlüyor. Korucuk Köyü'nü, İzmir'i, Bozyaka'daki odasını ve tahta kulübesini, Edirne'yi ve Üç Şerefeli Cami'nin pencere arasını hasretle yâd ediyor. Tabii en çok da hizmet erlerini, simalarıyla inşirah bulduğu mefkure arkadaşlarını ve 12 senedir hasretini çektiği bazı dostlarını özlüyor. Bulunduğumuz yerde Süleymaniye, Sultan Ahmet ve Kocatepe gibi hiçbir mâbet yok. Evimizin hemen her odasına koyduğumuz elektronik saatlerle ezan hasretimizi dindiriyoruz. Burada minarelerin o büyülü sedası duyulmuyor; mâbetlerden o coşkulu salavât ve tekbir sesleri yükselmiyor. Dolayısıyla Hocamız, okyanus ötesi uzaklarda da olsa, bizim her zaman uhrevîlikle tüllenen camilerimizi, onları lebâleb dolduran Hakk'ın sadık kullarını, onlardaki haşyet, saygı ve mehâbeti hayal ederek teselli olmaya çalışıyor. Bazen, gözlerini kapayıp, kendini ya bir şadırvan başında, ya melekler gibi saf bağlamış insanlar arasında, ya bir kürsüde, ya da bir mihrapta tahayyül ediyor; bazen de Ramazanlaşan dünyayı evlerimize aksettiren Samanyolu Televizyonu vesilesiyle mâbetlerden yükselen o saf ve dupduru seslerden ve gönüllere inşirah olup akan manzaralardan payını alma heyecanı yaşıyor. Dünyanın dört bucağında birer meşale tutuşturma aşkıyla rekabetsiz yarış yapan eğitim gönüllüleriyle alâkalı bölümleri gözyaşlarıyla, takdir hisleriyle ve hayır dualarıyla seyrediyor. Yine en karanlık diyarlarda bile hoşgörü ve diyalog çatısı altında bir araya gelip barış ve dostluk mesajlarıyla etrafa ışık saçan bahtiyarları "diyaloğun meyveleri" olarak hayranlıkla izliyor ve "Allah kem nazarlardan muhafaza etsin; ihlas ve istikametten ayırmasın!" demeyi de ihmal etmiyor. Hele evladını hicrete uğurlayan anne-babalar ile şehit aileleri için verilen iftar yemeklerindeki hüzünlü tablolar ve o fedakar insanların yürek yakan sözleri karşısında sofra başında öyle gözyaşları döküyor ki onu dile getirmeye ne iç âlemimiz ne de ifade gücümüz kifayet eder. Zannediyorum medyaya da yansıyan şu mülahaza Hocamızın hasretini çok güzel ifade etmektedir: Bir gün şöyle demişti: Öyle arzu ediyorum ki, Türkiye'nin farklı yerlerinden gelen şu toprakları geniş bir alana sereyim, karıştırıp katılaştırayım ve ondan bir seccade yapayım da artık namazlarımda vatan toprağına secde edebileyim. Evet, bunu yapmayı çok istiyorum ama bir bidat çıkarmış olacağım endişesiyle bu hissimi bastırıyor ve daussıla duygularımı gönlüme hapsediyorum. O'nu bu Ramazan'da en çok üzen ve en çok sevindiren sizce neydi? Görebildiğim kadarıyla, Hocamızı hemen her zaman en çok kederlendiren husus, kavga, kargaşa, fitne ve şehit haberleri oluyor. Türkiye'nin bazı şerli ellerle karıştırılması ve askerinden polisine güvenlik güçlerimizin mensuplarının ve diğer vatandaşlarımızın -şehadet şerbeti içerek de olsa- hayatlarını kaybetmelerine çok üzülüyor. Bununla beraber, Muhterem Hocamızı bu Ramazanda en çok dağidar eden hadiseler bir yanda komşumuz Suriye'de akan kan ve gözyaşı, diğer tarafta Afrika'yı kasıp kavuran kuraklık ve açlık felaketi oldu. Neyse ki, milletimiz insanlığın ölmediğini gösterecek ve bu gam yurdunda yüzümüze bir tebessüm konduracak kadar duyarlı davrandı. Devlet büyüklerimizden iş, sanat, spor, medya ve siyaset dünyasının tanınmış simalarına kadar, hemen her kesimden hassas ruhlar, hem kendileri yardım yaptılar hem de yardım çağrılarında bulundular/bulunuyorlar. Resmi kurumların yanı sıra özel kuruluşlar da bütün imkanlarını seferber ederek “imdad” çığlıklarına bir an önce yetişebilmek için çabalıyorlar. Samanyolu Televizyonu ile Kimse Yok Mu Derneği'nin ortaklaşa düzenledikleri “İnsanlık Ölmedi” programı ve yardım kampanyası Hocamızı çok sevindirdi. Kendileri normalde gün boyu televizyonu açmadıkları halde, Amerika saatiyle iftar öncesinde başlayıp sonrasında da devam eden o programı gözyaşlarıyla seyretti. Bizzat stüdyoya gelip telefonlara cevap veren tanınmış simalar, yardımların artması için çırpınan gönüllüler, canlı yayına telefonla bağlanan devlet büyükleri, işadamları, cömert halkımız ve hatta çocuklarımız Hocamıza epey sevinç gözyaşları döktürdü. Hocamız, başkası ne düşünürse düşünsün, o programı ağlayarak seyrettiğini anlatan E. Özkök'ün “Sadece gözleri büyüyor... Neden” başlıklı yazısını da bir hayır etrafında bütün bir millet olarak toplanabileceğimizin ve halkımızın Afrikalı'nın imdadına yetişme konusundaki hassasiyetinin bir emaresi sayıp takdirle karşıladı. Son cümlenizde “Başkası ne düşünürse düşünsün” kaydı koydunuz. Buna neden ihtiyaç duydunuz? Bazıları, senelerce muhalif ve mesafeli davranmış, hatta bir yönüyle kötülükler yapmış insanların şimdilerde müsbet sözler söylemelerini ve olumlu yaklaşımlarını misyonu bitmiş, gözden düşmüş kimselerin gündemde kalma çabaları olarak değerlendiriyorlar. Bu yorum kimileri hakkında doğru da olabilir. Fakat, Hocaefendi, kim olursa olsun bir insan hakkında bu türlü mülahazaların uygun olmadığını, insanlara fırsat verilmesi gerektiğini ve eşref-i mahlukâtın her zaman özündeki o şerefe muvafık davranmaya açık bulunduğunu dile getiriyor. Bu açıdan da insanın özünde iyilik ve güzellik mayasının var olduğuna inanan mü'minlerin, müsbet en küçük bir söz ya da davranışı alkışla karşılamaları gerektiğini vurguluyor. Ona göre, başkalarından beklediğimiz hassasiyet ve anlayışı öncelikle kendimiz ortaya koymalı ve herkesten evvel biz empati yapmalıyız. - Hocaefendi tenkit ve ithamlar karşısında üzülmüyor mu? Tavrı nasıl oluyor? - Hocaefendi'nin bu Ramazan'a has özel bir mesajı oldu mu? - Ramazan boyunca Türkiye'den gelen şehit haberleri O'nu nasıl etkiledi? - Türkiye'nin normalleşmesi ve demokraside yol alması hakkında bir yorumu oldu mu?

RÖPORTAJIN 2. BÖLÜMÜNDE - TIKLAYIN

<< Önceki Haber Hocaefendiyi en çok sevindiren neydi? Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER