Yalan, yalann, yalannn
Yıllar önceydi... Hocafendi'nin bir sohbetini dinliyordum. Mevzu, yalan ve yalanın dindeki yeriydi.
Hocaefendi, sanki kitaptan konuşuyordu.
Tabii ki yaptığı sohbette önünde kitap olmadığını görüyordum ama sohbeti bir bütün halinde değerlendirdiğimde hiçbir boşluğa düşmeden peşi peşine
ayet ve hadisleri sıralaması, müfessir ve hadis şârihlerinin yaptıkları yorumları anlatması ve nihayet kendi yorumlarını mantıkîlik örgüsü ve akıcı bir üslup içinde dile getirmesi, bende o hissi uyandırmıştı.
Şu hadisi anlatışını hiç unutmuyorum: Bir gün
Efendimiz (sas), "Size büyük günahlardan haber vereyim mi?" diye sormuş ve bu soru ile ashabının dikkatini, vereceği
mesaj üzerine yoğunlaştırmıştı. "Evet" cevabını aldıktan sonra da, "Allah'a şirk koşmak, anne-babaya asi olmak ve yalancı şahitlik." diyerek hakikate kapı aralamıştı. Yalnız üçüncü olarak söylediği yalancı şahitliğe sıra gelince, Efendimiz dizlerinin üzerine doğrulmuş ve defalarca "Dikkat edin! Yalancı şahitlik. Dikkat edin! Yalancı şahitlik." demiş ve
sahabe, Efendimiz'in duyduğu ıstırap karşısında "keşke sussa" temennisinde bile bulunmuştu.
İşte Hocaefendi, bu bölümü anlatırken hadis kitaplarında
tarif edildiği şekliyle koltuğunda otururken birden bütün azamet ve heybetiyle dizlerinin üzerine doğrulmuş ve hepimizde ürperti hasıl eden o hareketi defalarca tekrar ederek "Dikkat edin! Yalancı şahitlik!" demişti defalarca. Biz bu anlatımla hadisenin taklidinden çok etkilenmiştik ama asıl etkiyi, sahabenin "keşke sussa" temennisini de nazara alarak siz zihinlerinizde canlandırmaya çalışın.
Aradan yıllar geçti. Yine huzurda, huzur meclisinde, huzur peşindeydik. Mevzu döndü dolaştı yine yalana geldi. Bu defa yalana karşı gevşekliğimiz konu ediliyordu. Ayet ve hadisler sohbetin her zaman olduğu ana mihverini oluşturuyordu. Bir ara sözü öyle bir noktaya getirdi ki Hocaefendi, şaşırıp kalmıştım. Şoke olmuştum. Nasıl şok olmam ki "eğer bu ruh haletini taşımıyor; yol ayrımına geldiğinde canını Peygamber'e feda edemeyeceksen bu da yalan" demiş ve ses tonunu sertleştirerek yalan kelimesine defalarca vurgu yapmış, "yalan, yalannn, yalannnn" diye sözlerini tamamlamıştı.
Örnek olarak verdiği şey, o günlerde iştihar etmiş olan ve bu sebeple hepimizin dilinde pelesenk olan bir
ilahiydi. İlahinin adı "Peygamber'in İzindeyiz". Radyolarda, TV'lerde, dinî programlarda çevire çevire söylenen o ilahi şöyle başlıyordu: "Biz Kur'an'ın hadimleri/ Pür imanlı ve zindeyiz/ Bu yoldan dönmeyiz asla/ Peygamber'in izindeyiz." Dahası var: "Hak Habib'im dedi O'na/ Bizden feda can uğruna/ Âlem şahit olsun buna/ Peygamber'in izindeyiz." Hocaefendi örneği verirken yanlış hatırlamıyorsam bu iki kıtayı okudu ve yukarıda dediğim gibi "Uğruna can feda deyip, can verme kıvamını taşımayan, o sözün eri olmayan ve gerçekten can verilme aşamasına gelindiğinde canını rahatlıkla vermeyecek olan bir insan bunu diyorsa, yalan, yalann, yalannn!" demişti.
Aradan yine yıllar geçti. Yine huzurda, hayatımın en
tatlı anlarını teşkil eden huzur saatlerini yaşıyordum. Saatin kaç olduğunu sordu, sabah-
akşam yıllardır beraber olduğu birisine. O da rakamı yuvarlayarak söyledi. Geçmiş gün unuttum, mesela saat üçe üç dakika varsa 'üç', üçü yedi geçiyorsa 'üçü on geçiyor' dedi.
Hocaefendi'yi bir görecektiniz; İslami kitaplarda yapılan yalan tarifine, yani görmediği bir şeyi gördüm, duymadığı bir şeyi duydum diye konuşan, ifade eden, ifade veren bir insana karşı alınması beklenen tavır gibi tavır aldı ve "Yalannnnnn!" dedi. Bu çıkış karşısından yukarıda verdiğim iki örnekten daha fazla şaşırmış, derinlerden derin bir şok geçirmiştim. Çünkü hepimizin her gün yaptığı ve yaparken yalanı hiç aklına getirmediği sıradan bir işti bu. Saati dakika ve saniyesine dikkat ederek değil de, yuvarlayarak söylemeyi kim yapmıyordu ki? Ama Hocaefendi "hayır" dedi. İlm-i İlahi'ye aykırı, hakikate
muhalif bir söz söylüyorsunuz. Saat şu an üçü yedi geçiyor, öyleyse buna muhalif beyanda bulunmayacak ve gerçek dakikayı, hatta saniyeyi söyleyeceksiniz."
Aradan yine yıllar geçti. Geçen hafta birçok insanla beraber yine huzurda oturuyordum Türkiye'den birkaç
misafir gelmişti. "Hoş geldiniz!" dedi yıllardan beri şahsen tanıdığı olan misafirlerden birisine. Ardından "Nasılsınız, iyi misiniz?" diye hal hatır sordu. Sordu ama cevabı beklemeden anında bir refleksle sözü geri aldı ve devam etti: "Aslında âdet olmuş nasılsınız, iyi misiniz demek. Buna verilen
cevap da genelde aynı. İyiyim, siz nasılsınız? İyi ama iyi olmadığı halde 'iyiyim' demek yalan değil mi?"
Yukarıdaki örneklerden hareketle yalan konusundaki hassasiyetini bildiğim için içimden "muhabbet yalan ekseninde akıp gidecek" dedim ve pusuya yatmış bir avcı gibi, ağızdan çıkacak sözleri beklemeye koyuldum. "Gerçi" dedi ve ilave etti: "Sadece bizim kültürde yok; Araplarda da var bu. 'Keyfe'l hal?' diyorlar. Halin nasıl demek. Bence keyfe'l hal değil, 'keyfe'l mead' demek lazım. Yani akıbetin nasıl?"
Hani her zeminde bir fırsat bulup sözü sohbet-i canana getirme var ya, işte yine böyle bir manzaraya şahit oluyorduk. Hocaefendi, 'nasılsınız, iyi misiniz'den başlamış, sözü dünyevî ve uhrevî akıbete doğru birden kaydırıvermişti. "Ben, bana nasılsınız diyenlere 'iyiyim' demiyorum. Çünkü gerçekten iyi bir insan değilim. Sonra düşünüyorum, iyi misiniz sorusu dünyevî sağlık, sıhhat ve afiyet noktasında soruluyor. Bu defa iyiyim desem yalan olacak, çünkü iyi değilim. Birçok sağlık sorunları ile boğuşuyorum. Kötüyüm desem Allah'a karşı şikâyet olacak. Bu da kul olan, kulluğunun şuurunda bulunan bir insanın söylememesi gereken bir söz."
Sonra sustu, kısa bir sessizlik oldu. Benim tahminim, bu durumda hem yalan hem de şikâyet olmayacak cümleyi zihninde aramaya koyulmuştu ki; salonda bulunanlardan birisi devreye girdi ve mevzu ile alakalı eski bir hatırasını nakletti. Hocaefendi'ye bir bayram ziyareti esnasında sormuşlar; nasılsınız diye. Hocaefendi demiş ki: "İyiyim desem yalan olur; kötüyüm desem şikâyet olur. Kötü değilim diyen insan kurtulur." Kurtulur demek yalan ve şikâyet olmaması itibarıyla. Dinledi bu hatırayı ve bir ilavesiyle kabul etti: "Şimdilerde çok kelimesini ilave edelim; çok kötü değilim."
Yalanın lafz-ı kafir olduğunu, münafıklık alameti olduğunu biliyoruz; biliyoruz ama bu ölçüdeki bir hassasiyetle hayatımızda yalana yer vermemeye özen gösteriyor muyuz acaba? Evet, hayır, belki? Hangisi? Evet mi, hayır mı, belki mi? Ve neden? Muhasebe yapmaya ne dersiniz?
AHMET KURUCAN - ZAMAN