Vasiyetim olsun...
Bazen böyle oluyor. Bir yazı sizi başka bir yazıya sürüklüyor. Onu yazdığınızda başka bir yazıyla konuya devam etmek zorunda kalıyorsunuz.
Resmi tamamlamak durumundasınız çünkü. 'Siyaset ve âlimler' diye başladık. Geçmiş çağlarda yaşayan ulemadan örnekler verdik. Sonra söz çağdaş bir düşünür olan Bediüzzaman'a geldi dayandı. Daha da güncel bir noktaya vardığımızda karşımıza
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin
siyasete bakışı çıktı. Bazı alıntılar eşliğinde yapacağımız anlama gayreti daha önceki yazılarla birlikte okunmalı ki bir anlam ifade edebilsin.
"Vasiyetim olsun..." diye başlıyor söze
Fethullah Gülen. Ve ekliyor: "Elinizden geldiğince çevrenizi kendi benliğinden, egosundan uzaklaştırmaya çalışın. Eğer bir gün o ideal nesil, ütopyalarda resmedilen nesil, isbat-ı
vücut edecekse, o, bencilliği olmayan, 'ben'
davasından geçmiş, 'ene'yi bırakmış, hatta şirkin en hafifi olan 'biz'i de aşarak, 'Hüve'de/'O'nda tevhidi yakalamış, 'ene'yi yırtıp, 'Hüve'yi göstermiş nesil olacaktır." (Amerika'da Bir Ay, 2001 / s. 183)
Yukarıdaki paragrafın üzerinde ciddiyetle durmak gerekiyor ki Fethullah Gülen doğru anlaşılabilsin. Her şeyden önce bir insan, "Vasiyetim olsun..." diyerek bir şey söylüyorsa o sözün ağırlığı üzerinde düşünmek gerekiyor.
Allah uzun ve sağlıklı ömürler versin. Bu sözle kuvvetlendirilen cümle, "Aman dikkat!
Hayatımın en büyük emanetini sizlerle paylaşıyorum." anlamına geliyor ki, o cümleye bir hayat felsefesi sıkıştırılıyor.
Hocaefendi benzer bir ifadeyi Fasıldan Fasıla (1997) adlı kitabın birinci cildinde de, şöyle ifade ediyor: "Şayet üç cümle söylemeye mecalim kalsa ve benden son tavsiyen nedir diye sorulsa, zannederim söyleyeceklerim yine bu irtibata dikkat çeken ifadelerim olacaktır. Çünkü bana göre en önemli mesele budur... Diğer meselelerin bütünü buna nispeten tali sayılır."
İşte Fethullah Gülen'in dünyaya bakışı budur. O, her meselenin özüne Allah'ı tanımayı, yani marifeti, yerleştiriyor. Hâl böyle olunca gurur,
kibir, böbürlenme gibi duyguları "zehirli bal" sayıyor ve egoya dayalı bütün başarı taleplerini elinin tersiyle itiyor. Bu duygu ve düşünceyi çözemeyen ne Gülen'i anlayabilir ne de onun
hizmet davetine icabet edenleri. Anlamak şöyle dursun; bazen de genel anlayışın dar kalıpları içinde meseleye yanlış yerden
bakanlar da olur. Zannedilir ki her şey
iktidar mücadelesi çerçevesinde dönüp duruyor. Bu çok büyük bir hatadır.
Siyasetin Gülen'in nazarındaki değeri
Daha açık söylemem gerekirse: Dünyayı siyasi değişimlerin kriterleriyle algılayanlar, ya da sosyal dönüşümleri sadece iktidar kavgası doğrultusunda yorumlayanlar Fethullah Gülen'i anlayamaz. Bilemez ki siyasi manada olmak ya da olmamak anlamına gelen bir başarının Gülen'in gözünde zerre kadar değeri bulunmamakta. Tumturaklı cümlelerin ardına sığınan ve her şeyi siyasi başarılar çerçevesinde değerlendiren siyaset yorumcuları, şu felsefeye mana verebilir mi: "Bizim çizgimiz bellidir. Bizim en büyük vazife ve misyonumuz kulluktur. Başkalarının medh-u senaları, o medh-u senaların hakkımızda biçtiği makamlarda gözümüz yoktur." (
Prizma 3, 1999 / s. 10)
Bir insanın, o insanla kaderi örtüşmüş bir davanın hayat felsefesini anlamadan; hatta anlama gayretine bile girmeden, hiçbir doğru
analiz yapılamaz. Gülen "Ben" demeyi defalarca 'şirk' diye niteliyor. Dinin özü de budur. Şirkin daha alt bir katmanına girerek, "Biz" demeyi de kendine ve sevenlerine
haram sayıyor. Üstelik bunları temellendirmek için Kur'an'dan deliller getiriyor, Asr-ı Saadet'ten çarpıcı örnekler sıralıyor. Yazdığı kitapların, yaptığı konuşmaların merkezindeki baş
gündem insanın hayatın manasını çözmesi, Allah'ı tanıması, benlik davasından vazgeçmesi... Bu telkinlerin dindeki yeri aşikâr. İslam'a göre Allah'a kul olan, başka hiçbir şeye kul olmaz. Allah'tan korkan başka hiçbir şeyden korkmaz, Allah'tan
yardım dileyen başka hiçbir şeyden yardım dilemez...
Şimdi siz hayata bu zaviyeden bakan bir insanı, "kendini gösterme", "iktidarı ele geçirme", "her şeye hükmetme" gibi siyasî terim ve kavramlarla anlamaya çalışırsanız daha yolun başında tıkanıp kalırsınız.
Hocaefendi, çok çarpıcı bir tespitte bulunuyor: "Dünya yaratıldığı günden bu yana çağımızda görüldüğü ölçüde mürailik (riyakârlık) olmamıştır. Çünkü günümüzde riyaya sevk eden faktörler pek çok: Ödüller, plaketler, alkışlar, övgüler, yarışlar, maratonlar, millî gururlar, şahsî gururlar, cemaat gururları... O kadar ki Allah'ı hiç hesaba katan yok gibi..." (Amerika'da Bir Ay, 2001 / s. 183)
Önerdiği nedir Hocaefendi'nin: "Benliği nefyetmek ve bunu çokça vurgulamak gerekir. Hiçlik o kadar sık, o kadar aklî ve mantıkî vurgulanmalı ki insan, başarının şahikalarında ve
zafer sarhoşluğu içinde dolaştığı anlarda bile, 'Ben yaptım, ben ettim, ben başardım' gibi şirk kokan şeytanî mırıltılarla İlahî inayetlere sahip çıkmasın." (Fasıldan Fasıla, Benlik Girdabı, 2001 / s. 47-48)
Tam bu noktada akla şöyle bir soru geliyor: "Bu kadar iç derinliğe önem veren, Allah'la irti
batı her meselenin önüne alan bir dava, siyasetle yakından ilgilenir mi? İlgilenirse o iç derinliği kaybeder mi?" Bu sorunun cevabını bulmak isteyenlerin öncelikle ellerindeki seküler mezraları, o mikyasların çizgileriyle oluşturulmuş
ithal kavramları, o tek yanlı kavramların sadece Batı örneği üzerinden ürettiği hükümleri bir kenara bırakması gerekiyor. İkilem içinde sıkışmışlık, kendi ruh dünyamızın tarihî tecrübelerinden uzak kalmamızla birleşince insanın kendi içine yaptığı
seyahat de anlaşılmıyor, dış dünyadaki gelişmelere ilgi ve müdahale şekli de.
Hocaefendi'yi doğru anlamak
Daha açıkçası, İslamî değerler öyle altüst olmuş ve seküler dayatma şuuraltımızı o kadar kan revan içinde bırakmış ki pek çok insan, Müslüman'ı "Ya siyasî parti kur destekle; yahut git dağ başında inzivanı yaşa" refleksleriyle baş başa bırakıyor. Peki, iç dünyanda Sidretü'l Münteha'ya doğru hicret edecek bir murakabe, muhasebe yapılırken; diğer yandan memleket meselelerine, dünya dengelerinin değişim ve 'dönüşümüne katkı sağlanamaz mı? Bu soruya "
Hayır!" diye
cevap verenler sadece seküler dayatmanın muhkem bir kaziye haline gelmesini sağlamıyor, aynı zamanda İslam'ın kendi orijinal bakış açısını bir kenara itiyor.
Hazret-i Peygamber (sas) kadar iç seyahatini Rabb'in iradesine veren ve kulluğun şahikasını yaşayan bir beşer çıkmadı; çıkmayacak da. Ancak O (sas), hem gözyaşları içinde Rabb'ine teveccüh ediyor, "Ben Rabb'ime çok şükreden bir kul olmayayım mı?" diyor, hem de yeryüzünün kutsî mesajlarla aydınlanması için krallara mektuplar yazıp o gün için tahayyül bile edilemeyen
ülke ve beldelere mürşit gönderiyordu. Bu ilk kanat çırpışın oluşturduğu denge nedeniyle İslam'da ruhbanlık sınıfı oluşmadı. Çünkü din, hep hayatın içinde kaldı; dozunu, tonunu ayarlamada ilk öncüler örnek teşkil etti. O, hayattan soyutlandığında da değer yargıları altüst oldu. Dini, siyasî amacı uğruna yanlış kullanarak iktidar sevdasına kapılanlar da oldu kimi zaman. Ancak bu teşebbüsler ma'şeri vicdanda iz bırakacak bir süreklilik kazanamadı. Çünkü dinin kendi ahkâmı, disiplini ve tecrübî misali o tür emellere izin vermedi.
Hocaefendi'yi doğru anlamak için İslamî referansları doğru anlamak gerekiyor. Çünkü o kaynaklar insanı her şeyden önce Yaratıcı'sıyla karşı karşıya getiriyor. Hayatın biricik sebebi ve asıl hikmeti bu! Şayet bu hikmet doğru kavranabilmişse insanın dünyaya bakışı, olaylara bakışı başka bir şekil alıyor. Hayatın her alanında (bilimde, sanatta, ticarette, siyasette... vs.) var olmak, ille de onun rüzgârlarına kapılmak anlamına gelmez. Mesela siyaset üstü kalarak da siyasetle meşgul olabilirsiniz. Bunun manası şudur: Ülke ve dünyanın kaderini etkileyecek gelişmelere
sivil toplum duyarlılığı içinde alaka duyar, orada bir rol alabilir; hatta o noktada öncü olabilirsiniz.
Gülen'in önerdiği yol
Bu, siyasi çarkların arasında büzüşüp kalmak demek değildir. Tabii ki bir şartla: Siyasetten dünyevî bir beklenti içinde değilseniz. Doğrudan siyaset yapmanın ölçüleri farklıdır; bu tercihi yapanlara da saygı duyulmalıdır; ancak mesaisini imana teksif edenlerin meseleye bakışını ve tercihlerini de doğru anlamak gerekir. Bütün bu ikbal sevdasına tenezzül etmeden siyasetin sıcak hadiseleriyle yüzleşmek ve bunu yaparken de kendi ruh dünyanızdan bir milim taviz vermemek mümkün mü? Elbette. Hocaefendi'nin (anladığım kadarıyla) önerdiği yol da budur. Hiçbir ikbal davasına kapılmayacaksın, "ben" ya da "biz" gibi ancak
Firavun ağzına yakışan böbürlenmelere
boyun eğmeyeceksin; ancak etrafta yaşanan ve insanlığın kaderine etki edecek gelişmeler karşısında da (fert olarak da topluluk olarak da) bigâne kalmayacaksın.
Mehmet Gündem,
Milliyet Gazetesi için yaptığı röportajda (29 Ocak 2005), "Vasiyetiniz var mı?" diye soruyor. Cevap düşündürücü, sadece konumuzla ilgili kısmını alıyorum: "Arkadaşlar evvel ahir (ne şimdi ne de daha sonra) idareye asla talip olmasınlar, siyasete girmesinler, dünya saltanatı ve debdebesi ayaklarının önüne kadar gelmiş olsa bile, beni seven ve tavsiyelerimi kabul eden arkadaşlarım, elinin tersiyle onu itmekte tereddüt etmesinler. Başkaları anlamasa da Allah rızası desinler..."
Yukarıdaki net ifadelerine (ki bu ifadelerin benzerini bütün eserlerinde bulmak mümkün) rağmen Hocaefendi'yi ve "
Gülen Hareketi"ni siyasî bir partiymiş gibi düşünmek tarihî bir yanılgıdır. Bu hareket ne siyasî bir projenin yansımasıdır ne de herhangi bir siyasî oluşumun parçası. Bu gerçeğe rağmen, "Madem öyle niye siyasî gelişmelere bu kadar ilgilisiniz?" demek, "Git mağarada yaşa!" gibi kaba saba bir tutum olduğu kadar; "Madem siyasî mülahazalarınız var, o zaman parti kur!" demek de seviyesiz bir yaklaşımdır. Ruh saffeti ve
kalp ahengi üzerine kurulu bir düşünce, hayatın her kademesinde varsa hayatiyetini sürdürebilir. İnsanı, kendi özüne davetle yola çıkmış bir sosyal hareketi bir siyasî parti haline getirmek de yanlıştır, onu siyasetten soyutlamak da. Önemli olan, kendi olarak kalabilmek ve o duruş içinde hayatın her alanında ufuk açıcı bir dinamizm oluşturmaktır. İnce, hassas ve titiz bir denge bu. O dengeyi tutturmak, hayata verilen anlamı doğru okumaya bağlıdır. Bunu okuyamazsanız (içeriden de dışarıdan da) bir hareketi çözümleyemez; üstelik tarihe yanlış not düşmekten kurtulamazsınız.
EKREM DUMANLI - ZAMAN