Hadi bakalım, bütün tartışmaları bitirdik, sıra ‘Sayın Cumhurbaşkanı’ diyenlerle, ‘Sayın Cumhurbaşkanım’ diyenlerin kapışmasında...
Bu defaki, biraz ayıp bir kapışma.
Silahlı
bürokrasi, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduysa, bu kez hitaplar üzerinden
mesaj vermeye çalışıyor ve bence çok yanlış yapıyor. Sanki mesaj vermek zorundaymış ve böyle bir hakka sahipmiş gibi.
Bu durum tabii, ‘e-
muhtıra’dan ‘hayırlı sonuç’ istimal edemeyenlerin hoşuna gidiyor.
Baykal çıkıp, ‘Uyarmıştık, böyle olacağı belliydi, bizi dinlemediler’ dese yeridir.
Bunu diyecek ama ‘
demokrasilerde askerin yeri nedir’, ‘niçin bizim askerimiz kendine yer beğenmiyor’ sorularına
cevap veremeyecek.
Sonra da, ‘
Allah Allah, rejime o kadar sahip çıkıyoruz, bu
halk bir türlü bizi anlamıyor’ diye hayret gösterecek.
Ne yani, bu halk istediği partiyi iktidara getiremeyecek mi?
Parlamento, tamamen yasalar çerçevesinde, istediği kişiyi Cumhurbaşkanı seçemeyecek mi?
Ne olması isteniyor?
Bir daha yaşamak istemediğimiz o ufunetli günlere dönmemiz mi?
Silik, kişiliksiz, teslimiyetçi, özgüvenini yitirmiş bireyler olmamız mı?
Cumhurbaşkanlığı seçimi, ‘özlenen uzlaşma’ya
hizmet etmeyecekmiş. Çünkü
Türkiye, ‘özel koşullara’ sahip bir
ülkeymiş...
Mütekait
büyükelçi böyle diyor.
Tamam... Hukuk devleti, demokrasi,
insan hakları, halk iradesi, parlamentonun yasama ve seçme yetkisi, bütün bunlara bir itirazları yokmuş da, ülkemizin içinde bulunduğu ‘özel koşullar’ ne olacakmış!
Kaldı ki, sandıktaki uzlaşma, sokaktaki uzlaşmayı yansıtmıyormuş.
O halde her türlü
hukuksuzluk, her türlü antidemokratik müdahale meşru...
Öyle mi?
Mütekait büyükelçi açık konuşmuyor ama istenen, anladığımız kadarıyla şu:
Manasız bir parlamento.
Mefluç bir yargı.
İşlevsiz bir icra.
Ketm bir temsil mekanizması.
Bunlara ilaveten, temsil gücü yüksek ama burnu sürtmüş ve hükümet etme hakkı elinden alınmış bir merkez sağ.
Halkın değer tercihleriyle savaşa kurgulanmış bir ulusal sol.
Biricik görevi, ‘merkez sağ’da, parlamento dışı güçler tarafından doldurulacak bir boşluk yaratmak olan milliyetçi sağ.
Bütün bunların üzerinde de, ‘karar mekanizmaları’nda söz sahibi olmaya devam eden dokunulmaz bir bürokrasi.
Biz bu Türkiye’yi tanıyoruz.
Biz bu Türkiye’de yaşadık.
Fazla uzağa gitmeye gerek yok, beş yıl öncesinin Türkiye’si böyle bir ülkeydi.
Herkesin, ‘devletlu’ya karşı suçlu sayıldığı bir ülke...
İşadamıysanız, gazeteciyseniz, yazarsanız, politikacıysanız, öğrenciyseniz, kafa kağıdınızda ‘
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır’ yaftasını taşıyorsanız ‘a priori’ olarak suçluydunuz.
Hele, ‘birarada yaşama kültürü’nü savunuyorsanız; ‘hukukun üstünlüğü’ prensibini hayata geçirmek istiyorsanız; saygın bir ülkenin onurlu, başı dik, güvenli vatandaşları olmaya çabalıyorsanız sadece ‘suçlu’ değil, aynı zamanda
imha edilmesi gerekli birer ‘
hedef’tiniz.
Bu Türkiye artık yok.
Dün ülkeyi ‘siyasetsizlik’ kulvarında çürütenler, bugün aynı ‘cadı kazanı’nın ateşini körüklüyorlar ama, bu Türkiye artık olmayacak.
AHMET KEKEÇ/STAR