'Gülen eminim ki şaşırmıştır'

Mehmet Gündem, geçen hafta Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kendisini ziyaret eden "üç gazeteciyle yaptığı sohbet" sonrası yapılan tepkileri yorumladı.

'Gülen eminim ki şaşırmıştır'

Gülen'in biz gazetecilerle imtihanı… Ben hala gazetecilik mesleğini zor ve aynı oranda tehlikeli buluyorum. Fakat bu işi yaparken tehlikesiz ve alabildiğine kolaymış gibi yapıyoruz. En fazla bir tekzifle hallederiz havasındayız. Olayın ahlaki ve etik boyutu sık sık göz ardı edilebiliyor. Gerçeği, istediğimiz sonuca dönük bir ayardan geçiriyoruz. Biz bakarken baktığımızı değil de görmek istediğimizi görüyoruz. Bu da “gerçekle” olan-olması gereken ilişkimizi zedeliyor. Belki de bu yüzden bitmeyen bir güven krizi içindeyiz. Her yerde varız ama etkimiz yok… Zaten bizim “hata” karşısında yüzümüz kızarıp da özür dileme gibi bir erdemli halimiz pek nadir ortaya çıkıyor. Sahici bir araştırma yapılsa kim bilir ne kadar çok “medya mağduru” insanla karşılaşacağız… Bir de biz “her şeyi bilme iddiasında” ve “her şeyi bilme havasındayız.” Muhataplarımıza sürekli bu psikolojinin tesiri altında oluşmuş bir nazarla baktığımız için “anlamak” yeteneğimiz ne yazık ki gelişmiyor, yeni durumları kavrayamıyor, yeni düşünceleri idrak edemiyor, ezberimizi bozamıyoruz. Kendimize takıldığımızdan, mahallemize yenik düştüğümüzden, öğrenmeyi bıraktığımızdan, dinlemeyi de dinliyor gibi ye dönüştürdüğümüzden “yeniçağda eskimiş bilgilerle ve eski kanatlarla” yol almaya çalışıyoruz. Kendimizi bilgiye olduğu kadar duyguya da kapatmamız da ayrı bir sorunlu yanımızdır. En çok konuştuğumuz, en fazla yorum yaptığımız ve üstelik mahkûm ettiğimiz insanlar hakkında bilgi kaygısı taşımayız. “Hüküm vermek” gibi bir ukalalığımız var. Biz “son sözü söyleme” hastalığına tutulmuşuz. Konuşmaktan çok kavga etmeyi seviyoruz. Habere çıkarken kavgaya gidiyor gibiyiz. Ekranlarımız, gazete sayfalarımız, manşetlerimiz, köşelerimiz, salon toplantılarımız kavgacı kimliğimizin örnekleriyle dolu. Biz bize benzemeyene, bizden faklı olana, farklı düşünene, bize biat etmeyene karşı ezeli bir düşmanlık besliyoruz. Muhataplarımızı da önce kendimize benzetmeye çalışıyoruz, olmazsa ötekileştiriyoruz. Aklımız ne yazık ki böyle çalışıyor. Biraz da “kurnaz” geçiniyoruz. Önemli vasıflarımızdan birisi “fırsatçılığımızdır.” Peki biz gazeteciler kimleri anlıyoruz, ya da kimleri anlayabiliriz? Mesleğin yüz akı olan “muteber azınlığı” hariç tutarak, bizim “anlamamak”, kendimize dönük bu eleştirinin dozunu biraz daha artırarak söylersem, “yanlış anlamak” gibi bir sorunumuz var. Fakat sorun bizim de, sorunun ortaya çıkardığı sonuçlar bizi aşıyor, hem muhataplarımızı, hem de toplumu ilgilendirir hale geliyor. O yüzden bu mesleği “tehlikeli” olarak tanımlıyoruz. Neredeyse “sorumluluk bilincimiz” hiç yok denecek kadar bir ivme yitirmiş… “İktidar hevesimiz” de bizi dönüştürüyor, başkalaştırıyor, bilgimizin üstünü örtüyor, en temiz duygularımızı da kirletiyor. İktidar tuzağına düşünce de “gerçeğe” savaş açma gibi bizi bitiren bir sürece giriyoruz… Toplumla, toplumsal değerlerle ve özellikle dinle aramıza duvarlar örüyoruz. Biz toplumu anlamıyoruz, toplumu yukarıdan tarif ediyor ve ona yön tayin ediyoruz. Toplumu inhiraf içinde, kendimizi de istikameti bulmuş kurtuluşa ermiş elit bir konumda görüyoruz… Kastım elbette mesleğimi kötülemek değil, kastım ve maksadım, hepimizin “medya mağduru” olduğu gerçeğine işaret etmek… Evet hepimiz medya mağduruyuz. Yani biz gazeteciler en önce kendi eserimizin mağduruyuz... Bu meslek önce bize zarar verdi, bizi bozdu, insanlığımızı törpüledi, duyarlılığımızı aldı, vicdanımızı nasırlaştırdı, bizi bilgiden uzaklaştırdı, aklımızı dumura uğrattı, bakış açımızı daralttı, gözlerimizi bozdu… Zamanla kimliği sadece ideoloji ile tanımlanan mekanik varlıklar haline geldik… Biz gerçekten tehlikeliyiz ve ne yazık ki biz insana zulmediyoruz, gerçeğe ihanet ediyoruz… Gazeteciliğin geldiği sürekli “değer aşındıran” bu hali beni zaman zaman kaygılandırıyor, mesleki bir kaygıdan çok insani bir kaygı taşıyoruz. Şeyh Edibali'den ilhamla “insanı yaşat ki gazetecilik yaşasın” deme ihtiyacı duyuyorum… Güncel bir olay yeni bir sorgulama kapısı açtı bana… Şimdi yazının başlığına geri döneyim; Biz gazeteciler Fethullah Gülen'e büyük haksızlık ediyoruz. Neden ve nasıl mı? Sebeplerini yukarıda izah etmeye çalıştım… Geçen hafta üç gazeteci Türkçe Olimpiyatları'nın ülke elemelerini izlemek üzere Amerika'ya gitmişler. Amerika'ya gitmişken hepimizin aklından geçen onlarında aklından geçmiş ve bir yolunu bulup Fethullah Gülen'i ziyaret etmişler. Bir gazetecinin Gülen'le görüşmek istemesi kadar doğal bir şey olamaz. Medyada köşe başlarını tutan “meslek büyüklerimizden” başlayın da muhabirliğe yeni adım atmış yada muhabirlikten yazarlığa az önce terfi etmiş olanlarımız, hepimiz “mesleki dürtüyle” yıllardır ondan randevu koparmanın uğraşı içindeyiz. Araya kimleri koymuyoruz ki… Hatta içimizden bazıları “ne randevusu” deyip kapısına dayanıyorlar… Fethullah Gülen sağlığı imkan verdiğinde hem vefa hem de hasret hisleriyle nezaketle Türkiye'den gelenlere hoş geldiniz, buyurun diyor, birkaç saatini de onlara ayırıyor. Geçen haftaya dönelim, Gülen kendisini ziyaret eden üç gazeteciyle sohbet ediyor, ama onlara yazmak üzere bir beyanat ya da röportaj vermiyor. Gazeteciler ülkelerine dönüyorlar ve ikisi izlenim yazıyor, birisi de röportaj diye veriyor. Bu arada köşe formatında röportaj tarzını da yeni öğreniyoruz… Ertesi gün kaçınılmaz olarak düzeltmeler, izahlar konuşulmaya başlıyor. Ne oldu, ne konuşuldu ve neden düzeltme ihtiyacı hissedildi… Verilmemiş bir röportaj, verilmemiş beyanatlar ve bağlamından kopuk aktarılmış genişçe bir sohbet… Bir de gazetecinin yorumları… İzlenimleri diyelim… Gazetecilerden birisi sanki kayıt tutmuş gibi uzun uzun anlatıyor; Ne zaman dönecek, Başbakan Erdoğan'ın Davos Duruşu, Neo Osmanlılar! Irak'tan ABD'nin çekilmesiyle neler olur, 28 Şubat-Demirel-Cindoruk, derin devlet, okyanus ötesi güç ve Ergenekon davası… Hepside muhatabını bağlayan kritik konular, bunlar üzerine izlenim yazılmaz, röportaj yapılır… Gülen bu yayınları gördüğünde eminim ki şaşırmıştır… Ben kimseye röportaj vermedim, bir kahvaltı ortamında ve belirli bir bağlamda yapılmış sohbet nasıl böyle yansıtılır ki… Olmayan röportaj üzerine öyle yorumlar yapıldı ki, o üç gazeteci; “yazdıkları metinlerin röportaj değil, karşılıklı fikir alışverişinden akılda kalanlar” olduğunu söylediler... Yazısı gazetesinin birinci sayfasından “Fethullah Gülen'le röportaj” diye verilen gazeteci daha sonra ziyaretin ve konuşmaların 'röportaj amaçlı yapılmadığının' belirtiyor, görüşmenin sohbet ortamında geçtiğini, not ya da kayıt tutulmadığını hatırlatıyor ve “aklımda kalanları yazdım. Benimkisi gazetecilik refleksiyle bir izlenim ve yaklaşımdan başka bir şey değildi" dedi. Gazeteci böyle istemese de ortaya çıkan sonuç ve sorun onu da aşıyor. Üzülüyoruz ama verdiğimiz zararın telafisi ne kadar mümkün ki… Biz gazeteciler yıllardır Gülen gerçeğini kendimize göre tarif ve tayin etmeye çalışıyoruz. Bizim gözümüzden yansıyan Gülen alabildiğine politik bir figür olarak düşüyor Türkiye'ye… Bu bence büyük haksızlık, hatta büyük zulüm… Bilmediğimiz, terminolojisine vakıf olmadığımız bir konuyu anlamak için nasıl çalışmak gerekiyorsa, Gülen'i de anlamak için aynı ciddiyette çalışmak gerekiyor. Lütfen biraz seviye… Unutulmaması gereken bir nokta; Gülen gazetecilerle konuşmak için en ufak bir çaba içinde değil, biz gazeteciler Gülen'le konuşmak için can atıyoruz... Gülen gerçeği henüz bilinmiyor ve üzerinde yeterince çalışılmış değil… Kolay olanı yapıyoruz, politik ve magazinleştiriyoruz, kendi seviyemize çekip öyle sunuyoruz… Bu sunumun da “gerçeğin ta kendisi olduğu” iddiasında ısrarlıyız. Hiç değilse “ben böyle anladım” diyebilsek… Ötekileştirip mahkum etmekten vazgeçip anlamaya çalışmak hepimiz için daha erdemli bir davranış olur… Bilerek desteklemek ya da bilerek karşı olmak da huzur verir insana… Bırakın, gerçeği arayalım, bazı şeyleri biz ilave etmeyelim… Bu yolla ne Gülen'i ne de bir başkasını anlamak mümkün olmaz, sadece korkularımızı artırır… Hala düşmanlıklardan beslenen bir kesim hüküm sürüyor bu ülkede. “Gülen karşıtlığı” üzerinden geçinenler de aynı saftalar… Bizden farklı düşüneni anlamak için gazete sayfaları yetmez. Gülen'i anlamak için de gazeteciler ve gazete sayfaları yetmiyor, üstelik eksik ve yanlı aktarımlar yanlış anlamaları artırıyor… Gülen gerçeğini anlamak için yeni bir kanal bulunmalı… Bizle de olmuyor bizsiz de olmuyor… “İnsanlığın huzuruna katkı” iddiasını taşıyan hiç bir fikir tamamen gazete sayfalarına terk edilmemeli… Gazeteciler ne kadar huzurlu ki huzurdan anlasınlar… Çoğumuz arızalıyız… Mehmet Barlas'tan duymuştum; “gazeteciden dost olmaz, gazeteci bir numara büyük gelen ayakkabı gibidir, daima arkadan vurur.” Sadece biz gazeteciler mi böyle, aydınların çoğu, siyasetçilerin neredeyse tamamı aynı çizgide yarış halindeler… Birbirimizle imtihan içindeyiz… Biz daha istenilen seviyeye gelmedik… MEHMET GÜNDEM - YENİŞAFAK
<< Önceki Haber 'Gülen eminim ki şaşırmıştır' Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER