Altı farklı panelde 24 akademik tebliğin sunulduğu konferans iki gün sürdü.
Tanımla ilgili olarak iki hususu not ettim bu konferansta. Bir; "hizmet hareketi". Toplam 6 kişinin kullandığı bir tanım bu. Bunlardan ikisi yazılı tebliğlerinde de hareketi bu isimlendirme ile anmış. Malum bunun alternatifi yıllardan beri kullanılan ve bir manada artık yerli yerine oturduğunu düşündüğüm "Gülen Hareketi" isimlendirmesidir.
Ama bu ikincisinin Hocaefendi tarafından kabul edilmediği de herkes tarafından bilinen bir gerçek. Kısaca tekrar edelim; şöyle düşünüyor Hocaefendi: Umuma mal olmuş, binlerin-milyonların emeği, alın-teri, maddi-manevi fedakârlığı olan ve dünya çapına yayılmış faaliyetleri, bir tek şahsa -velev ki isimlendirme babında bile olsa- atfetme, hem dinî değerlerimizle örtüşmez hem de hakikate karşı saygısızlıktır.
Hizmet hareketi isimlendirmesi bunun için bir çıkış yolu olabilir mi? Şimdiden bir şey söylemek zor; iki ayrı açıdan. Bir; bu tür isimlendirmelerin hem akademik hem de halk seviyesinde tutması, oturması, kabullenilmesi sabahtan akşama olacak şeyler değil. İki, genelde bu türlü hareketlerde ismi, hareketin içinde yer alan kişiler değil, dışındakiler veriyor.
Nitekim Hocaefendi'nin yukarıda bahsettiğimiz reddine bir sosyal bilimci akademisyen şöyle cevap vermişti: "Siz işinize bakın; etiketlendirme bizim işimiz."
Tanım özelinde dikkatimi çeken ikinci husus ise, Rice Üniversitesi'nden Dr. Jill Carroll'un söylediği "uluslarüstü sivil sosyal hareket". Almanya ve Mısır konferanslarında da fazla detaya inilmeden söylenen bu tanımlamadaki asıl unsur, hareketin taşımış olduğu yerel ve global değerlere verdiği yer ve önem. Bir başka anlatımla, herkesin kabulleneceği evrensel değerler ve bunlara Türk olmayanların da destek vermesi itibarıyla "uluslarüstü", eğitim, diyalog vb. kurumları ile hizmet ettiği yerlerdeki yerel değerleri sahiplenmesi, resmi yapıdan bağımsız olması, gönüllülük esasını ön plana çıkartıp söz konusu evrensel insani değerler istikametinde toplumun değişim ve dönüşümünü hedeflemesi itibarıyla da sivil ve sosyal bir hareket.
ALTERNATİFİ YOK
İran asıllı meşhur akademisyen Dr. Reza Aslan, ilk günkü resepsiyon konuşmasında, Gülen Hareketi'nin alternatifinin olmayışından bahsetti. İslam ülkelerinin çoklarında faaliyet gösteren bazı İslami cemaatlerin isimlerini de vererek mukayeselerde bulundu. Hemen herkesin takdirle karşıladığı bu konuşmada dikkat çeken en önemli nokta bana göre, Türkiye, AK Parti ve Gülen Hareketi ekseninde yaptığı tahlillerde gördüğümüz konuya vukufiyet idi. Türkiye'yi, bölgeyi ve toplumsal hayatta faaliyetlerini sürdüren resmi-sivil parti veya cemaatleri yakından takip etmeyen birisi bu tahlilleri tek kelime ile ya-pa-maz.
Mesela şu sözler ona ait: "Fethullah Gülen dine, bilime, hukukun üstünlüğüne, insan haklarına inanmış, çoğulculuğu kabullenmiş, demokrasiye evet diyen, terör ve şiddeti lanetleyen birisi dediğinizde, bir kesim 'Ooooo; tam aradığımız kişi!' diyor ve el üstünde tutuyorlar Gülen'i. Ama aynı kişilere "ama bu Gülen, muhafazakâr, kadınların baş örtüsü takmasını onların dinî özgürlük alanı içinde gören, eğitimi kurumsallaştırıp dünyanın her yerinde kurduğu okullarla yaygınlaştıran, medya ve sağlık kuruluşları ile toplumsal hayatın içinde bulunan ve dünya geneline yayılmış bir network'e sahip biri" dediğinizde, 'Aaaaa, bu olmadı işte!' diyorlar."
Benzeri bir yaklaşımı konferans esnasında Rice Üniversitesi'nden bir başka akademisyen, Dr. William Martin'den dinledik. Martin: "Gülen'i Türkiye'ye anlatanlar 'Amerikancı, ılımlı İslamcı', Amerika'ya anlatırken de 'anti-Amerikancı, şeriat yanlısı, İslamcı' diye nitelendiriyorlar. Aynı şahıslar, aynı kalemler bunlar." Sonra bir espri ile bağladı: "Bilmiyorlar ki okuyucular arasında iki dili de (Türkçe ve İngilizce) bilenler var ve yazılanları her iki dilden takip ediyorlar."
Okyanus aşırı bir ülkeden bu yaşanan gerçeklerin görünmesi oldukça çarpıcı ve sevindirici.
FETHULLAH GÜLEN'İ ANLAMAK
Maryland Loyola Üniversitesi'nin Hollandalı akademisyeni Pim Valkenberg: "Gülen Hareketi konuşulunca Fethullah Gülen'i konuşmak ve anlamak zorundayız. Çünkü kendisi her ne kadar tevazu gösterip kendini bir hiç gösterse de, merkezde o oturuyor. Dolayısıyla onu anlamak, onun fikirlerini anlamak hizmeti anlamak demektir. Gülen'i anlamadan hizmeti anlayamazsınız."
Ehli insaf sahibi hiç kimsenin itiraz edemeyeceği düşünceler bence bunlar. Fakat gel gör ki, önyargılarının, belki de korkularının esir ve kurbanı kişilerle, gerçeklerle yüzleşmeye cesaret edemeyenlere bunu anlatmak zor.
Çünkü Soğuk Savaş döneminden kalma zihnî bariyerlerini bir türlü kıramamış ve aşamamış insanlar, anlama gibi zihnî çaba isteyen iş yerine öteden beri karalama gibi basit ve kolay bir seçeneği tercih ediyorlar. Kendi takdirleri ama hayatı anlamlı kılan sorumluluk şuuru ile dünyaya bakıp "terör, işsizlik, fakirlik, uyuşturucu, çevre" vb. herkesi ilgilendiren sorunların nasıl altından kalkarız diye düşünenler böyle yapmıyor. Çözüm önerisi olan herkesi, dinî, millî, etnik ayırıma tabi tutmaksızın önyargısız olarak dinliyor, sonra da anlama çabası ve gayreti içine giriyor.
Mesela diyor ki bir başka akademisyen: "Bu insanlar demli sıcak Türk çaylarının eşliğinde akşamları oturuyor ve küçük küçük halkalarda dünyadaki bütün insanlığın yüz yüze olduğu sorunları kökünden nasıl çözeriz diye düşünüyor, konuşuyor ve müzakere ediyor. Elde ettikleri sonuçları da bin bir fedakârlıkla hayata taşıyor."
Bir başkası hareketin genç nüfus oranına dikkatleri çekerek, salonda bulunan 30 yaşının üzerindeki herkesi ayağa kaldırıyor ve bu genç kadroyu işaretle; "İşte bunlar bizim hem geleceğimiz hem de duamız. Gelin, el ele verelim ve bu gençlerin önündeki engelleri kaldıralım." diyor. 'Ahh!' dediğinizi duyar gibiyim. Dünyanın öte ucunda kimileri bunların önündeki engelleri kaldıralım derken, kimileri de hareketin ana vatanında nasıl engeller koyarız diye konuşuyor. Merhum N. Fazıl'ın "öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya" sözleriyle anlattığı hakikatin izdüşümlerinden biri de bu olmasın sakın?
SİYASET VE ÇOĞULCULUK
Anlama çabasının insanı ulaştırdığı öyle sonuçlar var ki, bunları dinleyince keşke bizim insanımız da hadiselere bu gözle bakabilse, böyle değerlendirebilse diye iç geçirmemeniz elde değil. Mesela Hocaefendi'nin siyaset anlayışı ve algısı hakkında Georgetown Üniversitesi'nden Dr. Thomas Michel şu tespitlerde bulunuyor: "Hocaefendi din ile demokrasiyi aynı kulvarda görmüyor. Din adı üzerinde din, demokrasi ise idari sistem. Demokrasi, zaman ve mekân limiti olan ve değişebilen kaidelere sahip bir manzume; din ise tam aksine zaman ve mekân limiti olmayan, ilelebet yaşayacak, değişmeyecek, değiştirilemeyecek sabit değerleri ve ölçüleri olan bir manzume." Devam ediyor Michel: "Gülen'e göre din, sabit bir hükümet sistemi önermiyor; bunun yerine sabit olan evrensel ilkeler veriyor."
Sözü burada Russell Power'a verelim ve onunla devam edelim: "Bir din olarak İslam ve onun ortaya koyduğu sabit ilkelerin hükümet etme adına öncelendiği sistemlerde çoğulculuk hep temel ilke olmuştur. Hz. Peygamber döneminden Osmanlı'ya kadar bu hep böyle uygulanmıştır. Gülen'in de vurguladığı hep budur ve onun yorumlarına göre çoğulculuk tabii bir olgudur."
Yeri gelmişken hemen ilerleyen oturumun soru-cevap bölümünde cereyan eden bir anekdot ve yapılan tespiti aktarayım.
Dinleyici soruyor; "Gülen, İslam'ın yegâne hak din olduğuna inanıyor. Bu demektir ki başka dinler hak değil. Bu, tek hak, tek doğru anlayışı sadece bu doğruyu kabullenenlerden müteşekkil bir toplum ve sistem anlayışını doğurmaz mı?"
Bu soruya konuşmacılardan bir akademisyen şöyle cevap veriyor:: "Gülen, sosyal ve toplumsal hayatta plüralist yani çoğulcu bir düşünceye sahiptir ama din bağlamında relativist yani izafiyetçi değildir. Bu açıdan o, akide bağlamında; 'İslam yegâne hak din' der; der ama çoğulcu düşünceye de sahip olduğu için 'Bu inancım başka dinlere inanan sizlerle yaşamama mani değildir.' ilavesini yapar."