Gül'e karşı B PLANI devrede

Taraf Gazetesi Yazarı Neşe Düzel'e konuşan Prof. FAZIL HÜSNÜ ERDEM Cumhurbaşkanı Abdullah Gül hakkında verilen kararla ilgili çarpıcı tespitlerde bulundu .

Gül'e karşı <B>B PLANI</B> devrede

İşte Taraf Gazetesi Yazarı Neşe Düzel'in röportajı “E-muhtıra, 367 kararı, kendilerinden olmayan birinin cumhurbaşkanlığını engellemek içindi. Olmadı. Gül’ü düşürmek için B Planı başlatıldı. Kapatma davası, Sincan bu planın parçalarıdır.” “Gül, bürokratlar devletinin çizgilerini sadece yaşam tarzıyla değil, Ermeni ve Kürt hamleleriyle de aştı. Şimdi onu, yargı eliyle Köşk’ten indirmeye çalışıyorlar.” “AK Parti sivil bir anayasa yapmayacak. Mevcut anayasada sadece çok sınırlı değişiklik yapacak. Parti kapatmayı üçleştirerek kendini güvenceye alacak.” * * * NEDEN: FAZIL HÜSNÜ ERDEM Türkiye Avrupa Birliği’ne tam üyelikte müzakere sürecine girmiş bir ülke. Yani tam üyelikte son aşamaya gelmiş bir ülke. Başta hukuk olmak üzere her alanda kendisini Avrupa’yla uyumlu hale getirmesi gerekiyor. Ama ne var ki zaman geçtikçe Avrupa hukukuna daha yakınlaşacağına gittikçe uzaklaşıyor. Türkiye’de hukuk iyice eğilip bükülerek daha da ideolojik hale geliyor, yargı giderek siyasallaşıyor. Son olarak bir yargıç, Sincan Mahkemesi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün sahtecilikten yargılanmasına karar verdi. Ve bunun üzerine Türkiye’nin gündemine yine hukuk oturdu. Hukukçularımızın hukuk anlayışı tartışılmaya başlandı. Cumhurbaşkanı hakkında böyle bir karar verilebilir mi, verilemez mi? Bu karar hukuka uygun mu, değil mi? Hukukçularımız aslında ne yapmak istiyor? Hukuk bir ülkede kaos yaratmak için de kullanılabilir mi? Hukuk dünyamız demokrasiden ve adaletten yana mı? Bu kadar hatalı mahkeme kararlarıyla Türkiye’nin AB üyesi olması nasıl mümkün olacak? Bütün bunları, Dicle Üniversitesi öğretim üyesi anayasa hukukçusu Prof. Fazıl Hüsnü Erdem’e sorduk. 2007’de Prof. Ergun Özbudun başkanlığında oluşturulan sivil anayasa ekibinde yer alan Prof. Erdem, Dicle Üniversitesi’nin son rektörlük seçiminde en fazla ikinci oyu aldı. Birinci gelen adayın iki dönem rektörlük yapan kişinin eşi olması nedeniyle YÖK tarafından elenmesi üzerine, Erdem’in rektör olması bekleniyordu ama Cumhurbaşkanı Gül, üçüncüyü rektör olarak atadı. * * * NEŞE DÜZEL: Türkiye’de hukuk iyice içinden çıkılmaz bir hale geldi. Son olarak Sincan’da bir yargıç, emekli bir Yargıtay üyesinin başvurusu üzerine, Cumhurbaşkanı’nın sahtecilikten yargılanması gerektiğine karar verdi. Bizim anayasamıza ve yasalarımıza göre cumhurbaşkanı nasıl yargılanır? Prof. FAZIL HÜSNÜ ERDEM: Bütün parlamenter sistemlerde devlet başkanları, görevleriyle ilgili işledikleri suçlarda sorumsuzdurlar. Kişisel suçlarında ise sorumludurlar. Bütün parlamenter sistemlerde devlet ya da cumhurbaşkanları aynen milletvekilleri gibi dokunulmazlığa sahiptirler. Onlar gibi ancak görev süreleri bittikten sonra yargılanabilirler. Bizde problem bu kadar basit bir kuralda çıkıyor. Çünkü 1982 Anayasası cumhurbaşkanının kişisel suçlarıyla ilgili bir düzenlemeye yer vermiyor. Cumhurbaşkanının sadece göreviyle ilgili ‘vatana ihanet’ ten dolayı suçlanabileceğini söylüyor. Diğer anayasalarımızda da böyle miydi bu düzenleme? 1961 Anayasası da böyleydi. 1924 Anayasası’nda ise cumhurbaşkanlarının kişisel suçlarıyla ilgili bir düzenleme vardı. Bu anayasa, cumhurbaşkanının kişisel suçlarıyla ilgili sorumluluğunun, ‘milletvekili dokunulmazlığı’ çerçevesinde işleyeceğini belirtiyordu ve “Cumhurbaşkanı ancak görev süresi bittikten sonra kişisel suçlarından ötürü yargılanabilir” diyordu. Şimdi bizim, 1924 Anayasası’ndaki bu hükmü bir anayasal gelenek olarak kabul etmemiz ve bugünkü durumu o geleneğin devamı çerçevesinde yorumlamamız gerekir. Kaldı ki, bugün yürürlükteki sisteme göre, cumhurbaşkanlığında çalışan bir devlet memurunun yargılanması için bile cumhurbaşkanından izin alınması gerekiyor. Bundan neyi anlamalıyım? Cumhurbaşkanlığında çalışan bir memurun bile dokunulmazlığı var ama cumhurbaşkanının yok. Üniversite hocaları dahil bütün devlet memurlarına tanınan bu dokunulmazlığı şimdi kalkıp cumhurbaşkanından esirgemek düpedüz abesle iştigaldir. Peki, Sincan Mahkemesi’nin kararı kanuna aykırı mı sizce? Kanuna aykırı değil karar kesinlikle yanlış. Çünkü yargıç tamamen biçime bakıyor, tamamen ‘yasacı’ davranıyor. Anayasa metninde bir düzenleme var mı, yok mu sadece ona bakıyor. Yargıç, tercihini ve yorumunu özgürlükten yana yapmıyor. Dolayısıyla Sincan Mahkemesi’nin kararı zorlama bir yorum. Üstelik bugünkü siyasi konjonktürde böyle bir kararın verilmesi de çok manidar. Bu karar hangi açıdan manidar sizce? Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, zaten yaşam tarzıyla bürokratik elitleri rahatsız ediyordu. Son dönemde ise Türkiye’deki devlet iktidarının yani bürokratik elitlerin kırmızıçizgilerini daha da ihlal eden bir tutum geliştirdi. Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin iyileştirilmesinde bir inisiyatif üstlendi. Kürt meselesinde demokratik açılım yapma çabası içine girdi. Dolayısıyla devlet iktidar bloğunda rahatsızlık yarattı. Daha önce Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini önlemeye çalışanlar, şimdi, onu Çankaya’dan indirmeye yönelik gayret içindeler. Sincan Mahkemesi’nin kararı da bu gayretin bir parçası işte. Sincan Mahkemesi Cumhurbaşkanı Gül’ün sahtecilikten yargılanması gerektiğine karar verdi. Nasıl bir süreç işleyecek şimdi? Sincan Mahkemesi’nin verdiği karar kesin bir hükümdür. Yani uygulanabilir bir karardır. Bu yüzden şu yola başvurulacak. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı ya da Cumhurbaşkanı Gül’ün avukatları bu kararın kanun yararına bozulması istemiyle Yargıtay’a götürülmesi için Adalet Bakanlığı’ndan talepte bulunacaklar. Adalet Bakanlığı bu talebi Yargıtay’a bildirdiği takdirde Gül’ün yargılanıp yargılanamayacağına artık Yargıtay nihai kararı verecek. Eğer bu yola başvurulmazsa, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Gül hakkında soruşturma açacak ve Cumhurbaşkanı’nı yargılama süreci başlayacak. Bir diğer yol da tabii Anayasa’nın 105. maddesini değiştirmek ve bu maddeye ‘cumhurbaşkanının tıpkı parlamenterler gibi bir dokunulmazlığa sahip olduğu’na ilişkin bir hüküm koymaktır. Böyle bir anayasa değişikliği yapmak sizce mümkün mü? Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki ekipte ben de vardım. Biz AK Parti’ye bir sivil anayasa taslağı hazırlamıştık. Gerçi genel hukuk ve anayasa mantığı, cumhurbaşkanlarının kişisel suçlarından ötürü yargılanmamasını gerektiriyor ama... Biz, Sincan Mahkemesi’nin kararında olduğu gibi, kötü niyetli yorumların önünü kesebilmek için cumhurbaşkanının tıpkı parlamenterler gibi bir dokunulmazlığa sahip olduğu ‘hükmünü’ anayasaya koymuştuk. Çünkü biz, sivil bir cumhurbaşkanına yönelik bu tür girişimlerin olabileceği ihtimalini dikkate almıştık. Bu tehlikeyi görmüştük. Ama AKP sivil anayasa taslağını rafa kaldırdı. Sivil anayasa hazırlamaktan vazgeçmekle de görüyorsunuz, başına neler neler geldi. Hakkında kapatılma davası açıldı. Aslında burada işin özünde şu var... Ne var? Bakın... 1982 Anayasası, bu ülkede ikili bir iktidar yapısı öngörüyor. Bu iktidar yapısının bir kanadında seçilmiş parlamentodan ve hükümetten oluşan ‘siyasi iktidar’ var. Diğer tarafında ise devletçi seçkinlerden oluşan bir ‘devlet iktidarı’ var. Yani bir tarafta ‘siyasi partiler devleti’ var, diğer tarafta ‘bürokratlar devleti’ var. Anlayacağınız, 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanlığı makamı, Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve diğer yüksek yargı organları, üniversiteler ve YÖK’ten oluşan bir ‘devlet iktidarı bloğu’ kurgulamış. Yani demokratik siyaset bu organlar eliyle ‘vesayet’ altına alınmış, denetlenmiş ve sınırlanmış. Bu devlet iktidarının ana kumanda merkezi olarak da cumhurbaşkanlığı makamı tasarlanmış. Abdullah Gül gibi birinin Çankaya’ya oturmasıyla bu ikili iktidar sistemi bitti mi artık Türkiye’de? Bitmedi ama bu ikili iktidar şeması çok büyük zarar gördü. Çünkü devlet iktidarını oluşturacak olan organların üyelerini ve başkanlarını cumhurbaşkanlığı makamı seçiyor. Vesayet ideolojisini benimsemeyen sivil birinin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturması demek, bu iktidar şemasının bozulması demektir. Zaten yaşanan rahatsızlık da bundan ötürü! Oysa gelişmiş demokratik ülkelerde siyasi iktidar ve devlet ayrışması yoktur. O ülkelerde iki ayrı iktidar(!) yoktur. Orada hükümetler devleti yönetirler. Hükümetler, kendi programlarını uygulamak üzere devlet iktidarını, devlet yetkisini kullanırlar. Sizin devlet iktidarının organları arasında saydığınız Cumhurbaşkanlığı makamında da, YÖK Başkanlığı’nda da devlet elitinden uzak isimler oturuyor bugün. Nasıl oluyor da hâlâ bu ikili iktidar yapısı sürüyor ve ‘devlet iktidarı’ gücünü koruyor? İkili iktidar şeması sürüyor çünkü ‘Yargı’ değişmiyor. Yargı aynen eskisi gibi devam ediyor. Devlet iktidarı adına demokratik siyaseti denetleme, gözetleme ve sınırlama fonksiyonunu eskiden MGK, YÖK, üniversiteler hepsi birden yaparlarken bugün bu görevi Yargı yapıyor. Zaten cumhurbaşkanlığı seçiminin bu ülkede her zaman kriz yaratmasının nedeni de, bu makamın vesayet ideolojisi açısından taşıdığı önemdir. Bürokratik elit, daima kendisinden birinin cumhurbaşkanı olmasını istiyor. Nitekim yakın dönemde yaşanan siyasi krizlerin hepsi Çankaya yüzünden çıktı. 27 Nisan’daki e-muhtıra, Anayasa Mahkemesi’nin hukuku ve anayasayı çiğneyen 367 kararı hep kendilerinden olmayan sivil birinin cumhurbaşkanlığını engellemek içindi. Ama, engellenemedi. Engellenemeyince de Gül’ü Çankaya’dan indirmek için bir B planı başlatıldı ve başka arayışlar içine girildi. Bu arayışlardan biri de AK Parti’nin kapatılma davasıydı. Gül’ün cumhurbaşkanlığıyla nasıl bir ilgisi vardı kapatılma davasının? Bir taşla iki kuş vurulmak istendi. Yargıtay Başsavcısı, yazdığı iddianamede, partinin kapatılmasına sebebiyet veren siyasiler arasında Gül’ün de ismini de sayarak onu siyasi yasaklılar içine soktu. Böylece Cumhurbaşkanı’nın konumunu sorgulanır hale getirmek istedi. Ama AK Parti’yi kapatma davasından istenilen sonuç çıkmayınca, bu sefer Gül’e ait dosyalar raflardan indirilmeye başlandı. Söylemek istediğim şu... Bizde esas sorun bu vesayetçi sistemdir. Bu vesayetçi ideoloji, yani ‘ikili iktidar sistemi’, hukuku araçsallaştırıyor ve siyasallaştırıyor. Vesayetçi sistem bitirilmedikçe, hukukun siyasallaştırılmasına biz son veremeyiz. Bu durumda, bizde yargı tarafsız değil mi? Türkiye’de tuhaf bir durum var. Vesayet sistemini ve ideolojisini benimsemiş kimi çevreler, hukukçular ve yüksek yargı mensupları sürekli yargının bağımsız olmadığından dem vuruyorlar. Hiç bir zaman yargının tarafsızlığından söz etmiyorlar. Oysa Türkiye’de yargı fazlasıyla bağımsız. Anlamadım... Bakın... Yargı, yargılama faaliyetini yaparken bağımsız olmalıdır! Ama yargıyla ilgili kurumların oluşumunda mutlak bağımsızlıktan söz etmek doğru değildir. Bizde istenen, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yüksek yargı kurumlarının mensuplarını, o kurumların kendilerinin seçmesidir. Şimdi bunlar kendi üyelerinin seçiminin, Cumhurbaşkanı’nın onayına sunmadan yapmak istiyorlar. Yani mutlak bir bağımsızlık talep ediyorlar. Bu çok sakıncalıdır. Neden sakıncalıdır? Çünkü yargının toplumla ilişkisinin ve hesap verirliliğinin sağlanması gerekir. Bunun yolu da, yargı üyelerinin bir kısmının parlamento tarafından seçilmesidir. Biz, hazırladığımız sivil anayasa taslağında bunu önermiştik. Sürekli yargının bağımsızlığından dem vurup da yargının tarafsızlığından hiç konuşmayan çevrelerin istediği bağımsızlık, yargının toplumdan, dünyadaki gelişmelerden ve çağdaş hukuktan bağımsız hareket edebilmesidir. Oysa hukuk, toplumsal bir olgudur ve toplumla iç içe olması gerekir. Hukuk, toplumsal olanı sürekli dikkate almak zorundadır. Aksi takdirde o ülkenin hukuku donmuş kurallar bütünü haline gelir ve hukuku da ve yargısı da çağdışı olur. Yargının fazlasıyla bağımsız olduğunu söylediniz. Bizde yargı tarafsız mı peki? Yargının ana kütlesi, özellikle de yüksek yargı kurumları resmî ideolojinin ve vesayetçi sistemin tercihleri doğrultusunda hareket ediyorlar. Zaten bizde temel sorun, yargının tarafsızlığını sağlayamama sorunudur. Yargının tarafsız olabilmesi için anayasanın ideolojik tercihlerden arındırılması gerekiyor. Yargının tarafsız olmasını anayasa mı engelliyor? Evet. 1982 Anayasası, yargının tarafsız olmasını engelliyor. Eğer siz anayasanıza bir ideolojik tercih koyarsanız, yargı dahil bütün anayasal kurumlarınız bu ideolojik tercihten yana tavır alırlar. Nitekim alıyorlar veya almak durumunda bırakılıyorlar. Çünkü anayasa ve yasalara bir ideolojik tercih konulduğu andan itibaren, devlet organları durumdan vazife çıkarıyorlar. Bu yüzden zaten Türkiye’de yepyeni bir anayasa yapmak gerekiyor. Anayasa değişiklikleri yaparak vesayetçi sistemin yarattığı sorunlar çözülemez. 1982 Anayasası’nın ideolojik tercihi nedir? Bu ideoloji hangi maddelerde dile getiriliyor? Bu ideolojik tercih, ‘Atatürkçülük’, ‘Atatürkçü düşünce sistemi’ ve ‘Kemalizm’ olarak adlandırılan ve Anayasa’da da Atatürk ilke ve inkılâpları şeklinde ifade edilen kavramda kendisini buluyor. Bu ideolojik tercih, Anayasa’nın başlangıç kısmında, ikinci maddesinde, dolaylı olarak dördüncü maddesinde, 42, 130, 175. maddelerinde açıkça ifade ediliyor. Bir de gençliği düzenleyen maddede yer alıyor bu resmî ideoloji. Mesela Atatürk milliyetçiliği Anayasa’da soyut bir kavram olarak kullanılsa da, Anayasa Mahkemesi ve diğer yargı kurumları, bu soyut milliyetçiliği, farklılığı reddeden, dışlayıcı ve ötekileştirici bir mantıkla yorumluyor. Atatürk milliyetçiliğini, türdeş toplum tasarımının bir parçası olarak değerlendiriyor. Nitekim Kürt meselesinin çözülememesi... Anayasa’dan mı kaynaklanıyor? Evet. Kürt meselesinin çözülememesi, Anayasa’dan da kaynaklanıyor. Kürt meselesini çözmeye yönelik kurulan siyasi partiler, Anayasa gerekçe gösterilerek Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmak isteniyor. Bu yargı kararları alınırken, hep Anayasa’daki Atatürk milliyetçiliğine ve “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkelerine gönderme yapılıyor. Türban davalarında da böyle oluyor. Türkiye’de bütün demokratik açılımlar, bu maddelere gönderme yapılarak engelleniyor. Zaten bilinen bir şeydir. Bir devletin anayasasının ideolojisinin olması ve yargının bir dünya görüşünden yana davranması, hukuk devletini, demokrasiyi ve özgürlükleri zedeler. Demokrasi de, hukuk devleti de o ideolojiyle sınırlı birer sözde demokrasi ve sözde hukuk devleti olur. Her an herkesin başına her şey gelebilir. Bizde yaşanan da bu değil mi? Çarpıcı bir örnek vereyim. Danıştay baskınıyla ilgili dosya Ergenekon davasının dosyasıyla birleştiği halde... Danıştay Beşinci Daire Başkanı, Danıştay baskınının ‘türban için’ yapıldığını ileri süren bir konuşma yaptı. Danıştay yargıcı nasıl böyle konuşuyor? Bizde yargının ne kadar siyasallaşmış olduğunu ortaya koyuyor bu. Ergenekon’un toplumun çeşitli kesimleriyle ilişkisi olduğu giderek daha da ortaya çıkıyor. Ergenekon, hukuk sisteminin içine de uzanmış olabilir mi? Basından takip ettiğimiz kadarıyla bu örgüt toplumun her tarafına yayılmış. Siyasetçiler içerisinde de, emniyet, askeriye ve yargı içerisinde de muhakkak ki bir kolu vardır. Zaten yargıçlar, 28 Şubat’tan itibaren resmî ideolojinin kıskacı altına alınmaya çalışıldılar. Türkiye’de sürdürülmeye çalışılan ‘ikili iktidar’ sisteminde, yargı, siyasi iktidara karşı devlet iktidarını kullanan bir aygıt olarak düşünülüyor ama... Yargının bu kurgunun dışına çıkması ihtimali de hesaba katılıyor. Bu yüzden hâkim ve savcılar, zinde güçler ve bürokratik elitler tarafından sürekli kontrol altında tutuluyorlar. 28 Şubat’ta yargıya brifing verilmesinin sebebi, onlara asli vazifelerini hatırlatmaktı. Onlara, ‘Siz bu ideoloji yüklü olan laik cumhuriyeti korumak ve kollamakla yükümlüsünüz’ demekti. Türkiye’de hukuk kirlendi mi? Türkiye’de hukuk hiçbir zaman evrensel hukuka uygun olarak işlemedi. Bugün hukukun çok fazla konuşuluyor olmasının sebebi, kırılma noktasında olmamızdır. Bugün bu ülkede bütün iktidar mücadelesi hukuk üzerinden yürütülüyor. Bu da hukuku araçsallaştırıyor, siyasallaştırıyor, kirletiyor. Ama bugün biz, dış dinamiklerin de etkisiyle bir şans yakaladık. Bu şans nedir? Bu ülkede hem AB’ye tam üyelik için müzakereler yürütülüyor. Hem de Ergenekon terör örgütü ekseninde derin devletin tasfiye edilmesi iradesi gösteriliyor. Anlayacağınız kritik bir eşikteyiz! Ya bu vesayetçi antidemokratik sistem çökecek ve hukukun üstünlüğüne dayalı, çoğulcu, özgürlükçü demokratik bir sisteme geçeceğiz... Ya da mevcut sistem daha da otoriterleşecek, sertleşecek. Çünkü dünyayla bütünleşmek isteyen bu toplum, mevcut baskılarla zapturapt altına alınamaz. Bu toplum ancak daha sert ve baskıcı bir sistemle denetlenebilir. Zaten bir emekli komutanın ve gazeteci Mustafa Balbay’ın darbe günlüklerinde de görüyoruz ki, 1982 Anayasası’nın kurduğu rejimden daha otoriter ve baskıcı bir rejimin kurulması düşünülmüş. Hukukçularımıza dönersek... Hukuki kararların büyük bölümü insanların adalet duygusunu tatmin etmiyor. Hukukçularımız, hukuka uymak zorunda hissetmiyorlar mı kendilerini? Bizdeki yasalarda problem var ama, asıl zihniyet çok önemli. Çünkü her hukuk metni yoruma muhtaçtır ve bunu yorumlayacak olan da yargı makamıdır. Bir yargıç, hukuku çağın gereklerine, özgürlükler ve vatandaş lehine yorumlama zihniyetine sahipse kararlarında evrensel hukuka uyum sağlar. Bizde bunun tam tersi yapılıyor. Yasalar, vatandaşın hak ve özgürlükleri lehine yorumlanmıyor. Devletin çıkarı gözetiliyor. Bu zihniyet problemi sadece hukukçularda yok. Siyasilerde de var. Onlarda da otoriter ve devletçi bir damar var. Bakın... AK Parti 301. maddeyi kaldırmadı. Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklik yaptı. 15-18 yaş arası çocukların bile özel yetkili ağırceza mahkemelerinde yargılanmaları kabul edildi. Yargıçlarımız en çok hangi konularda Avrupa hukukuyla ters düşüyor? En fazla ifade ve örgütlenme özgürlüğü konularında Avrupa hukukuyla ters düşüyorlar. Bu alanda Türkiye aleyhine verilmiş sayısız karar var. Halbuki ifade özgürlüğü kavşak özgürlüktür. İfade özgürlüğü olmadan örgütlenemezsiniz, toplantı, gösteri, yürüyüş yapamazsınız. Bu en temel özgürlük konusunda bu kadar problemli kararlar veren Türk yargısının Avrupa hukukuna uyum sağlayabilmesi çok güç gözüküyor. Başbakan Erdoğan Anayasa’nın değiştirileceğini açıkladı. Siz AKP’ye sivil anayasa taslağı hazırlayan ekipteydiniz. AKP’nin sivil bir anayasa çıkaracağını düşünüyor musunuz? Bugünkü siyasal konjonktürde bu çok mümkün gözükmüyor. Kişisel tahminim, 2011 genel seçimleri öncesinde yeni bir anayasa girişiminde bulunulmayacak. Çünkü kapatma davasında verilen hükümle AK Parti’nin gücü zayıflatıldı. AK Parti, özellikle siyasi partilerin kapatılmasını güçleştirmek, Türkiye milletvekilliği, ombudsmanlık gibi konularda çok sınırlı bir anayasa değişikliği yaparak önce kendisini güvence altına almayı düşünüyor. Bu, mevcut anayasada rötuş yapmaktır. Sivil anayasa yapmak değildir. Oysa Sincan Mahkemesi kararı da dahil bütün yaşananlar artık yepyeni bir anayasa yapılması gerektiğini ortaya koyuyor. Çünkü bu anayasanın kendisi kriz ve sorun üretiyor. Kriz üretmek isteyen bu anayasayla istediği krizi üretebiliri mi? Kesinlikle üretebilir. Parti kapatmak isteyen kapatabilir. Cumhurbaşkanını yargılamak isteyen yargılayabilir. Bu anayasada bir maddeyi değiştiriyorsunuz ve sorunu aştığınızı sanıyorsunuz, bir bakıyorsunuz aynı kriz başka bir maddeye dayanılarak üretiliyor. AK Parti, türban eksenli bir anayasa değişikliği yapmakla ve sivil anayasayı rafa kaldırmakla kendi ayağına kendisi kurşun sıktı.
<< Önceki Haber Gül'e karşı B PLANI devrede Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER