Türkiye Noterler Birliği
Kongre Salonunda düzenlenen 7. dönem adli yargı hakim ve savcı
adaylarının ad çekme törenine (soldan sağa)
Yargı tay Başkanı Hasan
Gerçeker,
Adalet Bakanı Sadullah Ergin ve
Danıştay Başkanı
Mustafa Birden de katılmıştı.
Hakim ve savcı atamaları Türkiye'de ilk kez bu kadar ciddi bir sorun haline gelmiştir. Önceki yıllarda da Hakimler ve
Savcılar Yüksek
Kurulu'nun (
HSYK'nın) tartışmalara yol açan kararları olmuştur; ama hiçbirisi bu derecede kapsamlı ve geniş katılımlı bir tartışmanın konusu olmamıştı.
Çoğu kimse belki hatırlamaz, 28
Şubat döneminin "ünlü" aktörlerinden
emekli Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı
Vural Savaş, SHP'li
Seyfi Oktay'ın
adalet bakanlığı döneminde siyasi müdahalelerden bunalarak HSYK üyeliğinden
istifa etmişti. Dönemin bakanı "sol" görüşlü olduğu için, adalet bakanının HSYK üyeliğini yargı bağımsızlığına aykırı bulan yazar-çizerler o dönemde ayyuka çıkan "müdahale"leri görmezden gelmiştir.
HSYK, verilmeye çalışılan görüntünün aksine, en çok
siyasete ve
Adalet Bakanlığı'na karşı bağımsızdır.
Asker–
sivil bürokrasi ve özellikle yargı bürokrasisinin HSYK üzerindeki etkinliği çok fazladır. Zaten HSYK'nın kuruluşu ve düzenlenişi dikkate alındığında siyasi (parti) etkiler(in)den mümkün olduğu kadar yalıtılmış, içine kapalı, adeta bir "kast" oluşturacak şekilde yapılandırıldığı görülecektir. HSYK'nın 3 üyesi Yargıtay'dan, 2 üyesi de Danıştay'dan seçilmektedir. Boşalan her bir üyelik için Yargıtay ve Danıştay 3'er üye belirlemekte ve bunu
cumhurbaşkanına göndermektedir. Cumhurbaşkanı da bu 3 üye içinden birini HSYK üyeliğine atamaktadır. Buradan hareketle cumhurbaşkanının bir etkisi olduğunu düşünmemek gerekir; zira Yargıtay ve Danıştay'da, mevzuattaki düzenlemelerle uyuşmadığı halde, seçilen 3 adayın her biri için ayrı ayrı
seçim yapılmakta, böylece her 3 adayın sadece Yargıtay ve Danıştay'daki çoğunluğun
tercihleriyle belirlenmesi sağlanmaktadır. Halbuki
kanundaki düzenlemelere daha uygun olan, 3 adayın tek bir seçimde belirlenmesi halinde hem seçimin anlamlı olması hem de demokratik bir anlayışın yerleşmesi mümkün olabilirdi. Ancak Yargıtay ve Danıştay "ideolojik" renginde zerrece sapma göstermeyecek adayların belirlenmesini sağlamak için
teker teker seçim yapmakta ve sürekli az farkla da olsa çoğunluğu oluşturan üyelerin HSYK'yı belirlemesine zemin hazırlamaktadır. Cumhurbaşkanı birbirinden hiçbir farkı olmayan 3 aday arasından birini tercih ederken, aslında "tercih"in de anlamsız kaldığını görmektedir. Halbuki cumhurbaşkanının tercihi HSYK gibi bir kurumda yargı içindeki dengelerin gözetilmesi için düşünülmüş bir mekanizmadır.
Yüksek yargi olıgarşısının araci olarak HSYK
HSYK'nın oluşumundaki "kast" yapısı yargının bütünündeki yapılanmaya sirayet etmekte ve yargı içinde bir hiyerarşik yapıya imkân vermektedir. HSYK üyelerinin, adalet bakanı ve müsteşar dışında kalan tamamı, yani büyük çoğunluğu Yargıtay ve Danıştay tarafından seçilmektedir. Yargıtay ve Danıştay üyelerini ise HSYK seçmektedir. Böylece, Yargıtay ve Danıştay'ın boşalan üyeliklerine HSYK tarafından atama yapılırken, Yargıtay ve Danıştay da boşalan HSYK üyeliklerine atama yapılmasını sağlamaktadır. Tamamen bir kısır döngü, kapalı yapı içinde Yargıtay, Danıştay ve HSYK birbirlerinin üyelerini belirlemektedir. Bu kısır döngü, yargı sistemi içinde bir kast ve hiyerarşi oluşturmaktadır. Aslında yüksek
mahkemelerle yerel mahkemeler arasında bir hiyerarşi yoktur; kanundan kaynaklanan bir görev farklılaşması vardır. Bir Yargıtay dairesinin verdiği "bozma" kararına karşı direnen yerel mahkeme hakiminin direnme kararının bozma kararı veren dairede değil de hukuk veya ceza genel kurulunda görülmesi hiyerarşik bir yapılanmanın olmadığını açıkça göstermektedir. Halbuki, mahkemelerin kararlarını temyiz mercii olarak denetleyen Yargıtay ve Danıştay, HSYK üyelerini belirlemenin vermiş olduğu bir güçle yerel mahkeme hakim ve savcıları üzerinde otorite tesis etmekte, hiyerarşik üste dönüşebilmektedir. HSYK kararlarına karşı yargı yolunun kapalı olması tablonun vahametini iyice artırmaktadır. Böylece, Yargıtay ve Danıştay'da görev yapan "imtiyazlı" bir hakim
sınıfı oluşturulmakta, yerel mahkemelerde görev yapan hakim ve savcılar ise "diğerleri" olarak ya da "ikinci sınıf" mertebesinde addolunmaktadır. Kısaca tamamen bir yüksek mahkemeler saltanatı / oligarşisi oluşturulmuş olmaktadır. Mahkeme kararlarını denetleyen temyiz merciinin aynı zamanda hakimlerin atanmasını sağlayan merci ile bütünleşmiş olması yerel mahkemelerin verecekleri kararlar üzerinde de çok önemli bir
baskı unsuruna dönüşmektedir. Bu son kısım Türkiye'deki yargı sisteminin nasıl içinden çıkılmaz bir kısır döngü içinde olduğunu, bu yapının sadece hakim ve savcıların şahısları değil verecekleri kararlar üzerinde de nasıl bir tesir mekanizması oluşturduğunu ortaya koymaktadır.
Çizmeye çalıştığımız bu tablo karşısında, HSYK'da adalet bakanı ve müsteşarına karşı 5'e 2 şeklinde kahir ekseriyete sahip
yüksek yargı kökenli üyelerin atamalara hakim olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Hakim ve savcı atamalarında
kararname taslaklarının Adalet Bakanlığı'nda hazırlanıyor olması bakanlığın etkisi olarak algılanamaz; zira bu taslak, öncesinde HSYK tarafından hazırlanmış yönetmelik ve her kararname öncesinde ayrıca HSYK'ca hazırlanıp ilan edilen atama dönemine ilişkin ilke kararları esas alınarak hazırlandığı gibi, HSYK taslakla bağlı olmayıp gerekli gördüğü değişiklikleri salt çoğunlukla gerçekleştirebilmektedir. O halde Adalet Bakanlığı'nın hazırlamış olduğu taslak sadece bir çalışma metninden ibarettir; bir sekretarya faaliyetidir.
Yüksek yargi ve sıyaset
HSYK, Adalet Bakanlığı'ndan ve siyasetten bağımsızdır; yüksek yargı ve etkin asker sivil bürokrasiye karşı "bağımlı"dır. Hakim ve savcı atamalarının sadece
yargıçlar, Türkiye örneğinde sadece yüksek yargı organları üyeleri tarafından gerçekleştiriliyor olması bir şekilde "teminat" olarak algılanmalı değil midir? Öyle olmalıdır; ama, maalesef Türkiye'de öyle değildir. Tam aksine, hakimlik teminatını en çok tehdit eden yer HSYK ve yüksek yargıdır. Yüksek yargının zaman içinde siyasallaşmış olması ve son yıllarda bu siyasallaşmayı gizlemekten bile kaçınmıyor oluşu, anlaşılmaz bir pervasızlık en çok hakimlik teminatı bakımından sorunlar doğurmaktadır. Yüksek yargı, kanun, hukuk, adalet, hak gibi kavramları ölçüt olarak kullanmak yerine, "ideolojik" yakınlıkları esas almakta, açık bir siyasi aktör gibi hareket etmektedir. Bunu vermiş olduğu kararlarla yaptığı gibi,
kontrol ettiği atama ve
disiplin organı HSYK üzerinden de gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Yüksek yargının etkin bir kısmı, belki de yargıçlık psikolojisinin de etkisiyle, Türkiye'deki siyasi ideolojilerden sadece biri olan "sol Kemalizm"i bir "devlet ideolojisi" halinde algılamakta, böylece imtiyazlı bir ideolojiyi bir "amentü" olarak takdim edebilmektedir. Bu yaklaşımla, kendilerine göre, alelade bir siyasi ideoloji bir "resmi ideoloji" haline dönüşmekte, "kutsal"laşmakta, daha da önemlisi sahipleri için, yargıç da olsalar sakıncasız hale gelmektedir. Yargıya siyasi müdahaleyi sadece hükümetin veya
siyasi partilerin müdahalesi olarak görenler fena halde yanılmaktadır. Hükümetin ve siyasetin müdahalesi en zararsız müdahaledir; zira görünen, ölçülebilir, fark edilebilir bir müdahaledir. Asıl korkutucu olanı, siyasî partiler dışında kalan, hatta siyasetten uzak olması gereken, ama aslında siyasetin tam ortasında faaliyet gösteren,
legal siyasî yapılanmalar olmadığı için de siyaset dışıymış gibi algılanan mercilerce yapılan müdahalelerdir. Bu tür yapılardaki kişilerin aslen siyaset yapması da mümkün değildir; onlar bu durumdan yararlanarak, siyaset yaptıkları halde, yaptıklarının siyaset olmadığını ifade etmek suretiyle kendilerini gizleyebilmektedirler. Böylece, siyasetin sorumluluğunu taşımadan, külfetine katlanmadan nimetlerinden yararlanabilmektedirler.
HSYK neyı
hedeflemektedır?
Yaklaşık bir aydır
ülke gündemine oturan HSYK'nın "yaz kararnamesi" için yukarıda çizdiğimiz çerçeve bir anlama zemini sunmaktadır. Dünyanın hemen hemen her ülkesinde bir teminat unsuru olan bağımsız kurullar Türkiye'de
kayıt dışı siyasetin bir aktörü haline gelmektedir. Kayıt dışı siyaset, "yaptığının siyaset olmadığını söyleyerek siyaset yapmak"tır.
Meselenin içyüzünü bilenler açısından, HSYK tartışmaları göründüğünden daha vahimdir. Çoğu kimsenin bilmediği bir gerçek var, HSYK 26
Nisan 2009'da "2009 Yılı
Yaz Kararnamesinde
Adli Yargı Hakim ve Cumhuriyet Savcılarının Atamalarında Uygulanacak İlkeler" başlıklı bir karar almıştır. Bu ilkeler, atama/
yer değiştirme sırasında uyulacak esaslara ilişkin ölçütler getirmektedir.
Temel ölçütler kanunlarda, atama/yer değiştirmeye ilişkin yönetmelikte zaten vardır. HSYK Nisan 2009'daki kararıyla bunları daha da somutlaştırmaktadır. Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan ve 15 Haziran'da HSYK'ya sunulan atama/yer değiştirme kararnamesinin taslağı işte bu "ilkeler" kararı esas alınarak hazırlanmaktadır. Kamuoyuna yansıyanlar doğruysa, yerleri değiştirilmek istenen
Ergenekon soruşturmasının savcıları,
Ergenekon davasına bakan 13. Ağır
Ceza Mahkemesi'nin başkanı ve üyesi, KCK soruşturmasının savcıları, Cizre'deki faili meçhullerle ilgili davayı açan savcı ve iddianamesini kabul eden mahkeme başkanı ve üyeleri ve diğer kamuoyuna mal olmuş bazı davaların savcı ve hâkimleri, HSYK'nın 26
Mart'ta belirlediği "ilkeler"e göre, yer değişikliğine tabi tutulmaması gereken kişilerdir. Nitekim bu sebeple, Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan kararname taslağının dışında kalmışlardır. Hemen hemen hepsi "birinci
bölge"de görev yapan bu hâkim ve savcıların, özel mazeretleri olmadıkça, istekleri halinde bile, "ilkeler" kararına göre, 3 yılı tamamlamadıkça yerleri değiştirilemeyecektir. HSYK'nın bazı üyelerinin talepleri, basına yansıyanlar doğruysa, Mart 2009 sonunda belirlemiş oldukları kendi ilkelerine de aykırıdır.
Özellikle Ergenekon davasına bakan mahkeme başkanı ve hâkimlerinin yerlerinin değiştirilmesi kararı HSYK'dan çıkacak olursa, bunun tek bir anlamı vardır: Ergenekon davasını sona erdirmek. Türkiye'de bunu arzu eden kesimlerle yüksek yargı bürokrasisinin hedef birliği edebileceğini düşünmek mümkün olmamalıdır. Ergenekon davası savcı ve hâkimlerinin görev yerlerinin değiştirilmesi teşebbüsü, eğer doğruysa, askerlere sivil yargı yolunu açan kanun değişikliği ile ilgili olmalıdır. Bu kanun değişikliğinden önce, en azından Yargıtay aşamasında, Ergenekon davasını bir şekilde askerî yargının görev alanına göndermek ihtimal dâhilinde idi. Böyle bir ihtimal artık yoktur; o halde işi başladığı noktada bitirmek daha fazla önem kazanmıştır. Teşebbüs edildiği iddia olunan işin, mevzuata ve HSYK tarafından alınmış ilke kararlarına bile aykırı oluşu karşısında, bütün bu ihtimalleri düşünmek zorunlu hale gelmektedir. HSYK tarafından meslekten atılan, Kenan Evren'e soruşturma açmaya teşebbüs etmiş savcı
Sacit Kayasu ile
Şemdinli davası savcısı Ferhat
Sarıkaya unutulmamalıdır.
HSYK'nın yapısında adalet bakanı ve müsteşarın bulunuşu değil, iyice siyasallaşmış yüksek yargı bürokrasisinin etkinliğidir zararlı olan. HSYK'nın yapısını değiştirmek, yüksek yargının emrinde bir kurum olmaktan çıkartmak, yerel mahkemelerde görev yapan hâkim ve savcılara Kurul bünyesinde kontenjan ayırmak, yargı dışından "bağımsız" üyeler atamak, üye sayısını artırmak ve en azından bir kısım üyelerinin seçiminde TBMM'yi etkin kılmak ertelenemez bir zarurete dönüşmüştür. Zira HSYK, bu haliyle, hâkimlik teminatının ve yargı bağımsızlığının önündeki en büyük engeldir.
Doç. Dr.
Mustafa Şentop- ZAMAN