İçeriden ve dışarıdan hadiselerle art arda uygulanan tazyikler,
Türkiye’yi tam bir “kader-denk” noktasına getirdi. Gelişen bünye, kabuğunu fazlasıyla zorluyor.
Yumurta hayatından vazgeçmek istemeyenler, kabuktan gelen çatırtı seslerini
ölüm narası zannediyor. Ürperiyor, çığlıklar atarak yaymaya uğraştıkları korku dalgalarıyla zamanı tersine çevirme hülyaları kuruyorlar…
Buraya bir anda gelinmedi. Bazen kış ortasında bahar günleri yaşandı, bazen de yaz arifesinde çiçekler şubat soğuklarına maruz kaldı. Merhum Turgut
Özal’dan bahsederken Kenan
Evren Paşa, “Ben onun eşine aldandım.” dedi. Özal biraz daha yaşayıp da
Org. İsmail Hakkı
Karadayı’yı 28
Şubat’ın
paşası olarak görseydi kim bilir neler söylerdi!
Bazı zamanlar şafak vakitlerine benzer.
Işık ile karanlık iç içe geçer ve ufuk kızarmaya başlar. Ve bir günde iki şafak vardır. Biri gecenin bastıracağını bildirirken, diğeri gündüzün aydınlığını müjdeler.
Kurtuluş Savaşı öncesinde karanlığın istilasını acı acı yaşayan milletimiz, sanki istiklal mücadelesi verip gecelere elveda dememişiz gibi sarsılabiliyor. Onun şuuraltı korkularını iyi bilenler de fırsat buldukça o noktalara dürterek milletin belini doğrultamaz hâle getirebiliyordu. Sanki her şafak yeniden bastıran zifiri karanlıkların habercisi olmaktan ibaretti!...
Ergenekon davasının sanıkları da kendi korkularını çuval gibi memleketin başına geçirip milletin doğmakta olan fecr-i sadıkını gece gibi göstermeye kalkıyorlar. Buluğ hafakanlarını, ölüm hastalıklarından kaynaklanan sancılarla karıştırıyorlar.
Hâlbuki millet her şeyin farkında. Buraya hangi yokuşlardan aşılarak gelindiğini çok iyi biliyor. Bildiği için de hizipçilere, muhterislere, kendi çıkarlarını yüksek mefkûrelerin şallarına sararak elde etmek isteyenlere fırsat vermiyor.
Mesela, “
Haliç’i gözleri gibi
mavi” hâle getirip belediyeci olarak
İstanbul’da gerçekten büyük işler başardığı hâlde
ANAP ile başlayan açılımları baltalamak isteyen
Bedrettin Dalan’a fırsat vermedi. Şimdi Ergenekon davasının sanığı olarak yurtdışında bulunan Dalan, o zaman için
sivil iktidarın güçlü partisi ANAP’ı bölmek üzere
bayrak açmıştı. Dalan’la bölünemeyen parti çeşitli operasyonlara maruz kalmış, rahmetli Özal’a silahlı suikast düzenlemek dâhil her yol denenmişti. En sonunda medyaya sızdırılan MİT raporu ile rakipler yıpratılmış,
Mesut Yılmaz ANAP’ın başına geçirilmişti.
ANAP’a düzenlen operasyonlar maksadın tam aksiyle netice verdi ve 12
Eylül’de partisi kapatılan Necmettin Er
bakan yine
12 Eylül’ün kapattığı
Demirel’in partisiyle birlikte iktidar koltuğuna oturdu. Bu sefer
Erbakan-
Çiller iktidarı
hedef hâline geldi.
Susurluk’la yaralanan iktidar, 28 Şubat’ın vurduğu irtica mührüyle sekerata girdi. Meseleyi sadece irtica zanneden Çiller, Erbakan’la yer değiştirip iktidar koltuğuna oturursa irtica ithamının bertaraf edilerek hükûmetin kurtulacağını zannediyordu; olmadı. Cumhurbaşkanı Demirel kendi partisi olduğuna bakmadan DYP’yi engellemiş, siyasi tarihimize mal olan ifadesiyle “Havada
yakıt ikmaline” izin vermemişti.
Devr-i iktidarında imam hatip liseleri ve Kur’an kurslarının kapanma noktasına gelmesini, çağdaşlaşmanın, karma eğitimin cilvelerine indirgendiğini acı acı seyreden
Refah Partisi de bir daha belini doğrultma fırsatı bulamamıştı.
Problemin irticadan ibaret olmadığı tam olarak işte bu tarihten sonra anlaşıldı. MHP-Mesut Yılmaz’lı ANAP ve DSP gibi laikliğinden asla şüphe edilmeyen
Bülent Ecevit’in partisi hükûmeti kurmuştu. Buna rağmen
siyaset alanı başını bir türlü istikrarsızlaştırıcı operasyonlardan kurtaramıyordu. Mesut Yılmaz’ın partisi
mafya irtibatları ve enerji operasyonlarıyla sarsılıyor, Ecevit hem şahsı hem de partisi itibariyle olmadık gailelerle uğraştırılıyordu. MHP’li bakan depremzedelere yapılan yardımların istismarından dolayı
Yüce Divan’da yargılanıyordu.
Ecevit, şahsına yapılanlar karşısında kendisini
GATA’ya atarak canını kurtardı. Ama yıpratma faaliyetlerinden bir türlü kurtulamadı. Tüm baskılara rağmen partisini bırakıp çekilmiyordu. İşte tam o günlerde “iktidar yandaşı” olmayan, ya da iktidar nimetlerinden sürekli yararlanabilmek için ilk işareti alır almaz hükûmete çakmayı görev bilen medyada ilginç bir fotoğraf yayımlandı. Ecevit, katıldığı bir toplantıda
Clinton’la görüşüyordu. Clinton merdivenlerin pervazına dayanmış, gayet rahat bir poz takınmıştı. Ecevit ise ayakta zor durabilen bünyesiyle Clinton’un karşısında el pençe divan durmuş gibiydi. Bu fotoğraf artık Ecevit’in mutlaka çekilmesi gerektiğinin fotoğrafıydı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı öyle yıpratılmıştı ki ayakta duramaz hâle gelmişti.
Tüm bunlara rağmen Ecevit’i yoldan çekemeyenler bu sefer de partiyi bölmeye kalktılar. Tutmadı. Bölenler saf dışı oldu.
Millet bir kere daha bölücülere ve hizipçilere hayır demişti.
Millet’in hizipçiliğe karşı tavrı öylesine netti ki bir zamanlar
CHP’de hizipçiliğiyle bilinen Deniz
Baykal, tüm bu siyasi depremlerin dışında kalmış olmasına rağmen yine de aradan sıyrılıp iktidar koltuğuna oturma şansı bulamamıştı.
İşte tam bu sırada bölen değil, 28 Şubat’ın altında kalan bir partinin tecrübesinden
ders çıkartarak ortaya çıkan
AK Parti siyaset sahnesine indi ve tüm planları altüst etti. Türkiye’nin temsil gücünü yükseltti. İmkânsız denilen ne varsa hepsi oldu. Belki de millî iradeyi temsil eden seçilmişlerin tüm sadmelere rağmen yıkılmadan hem de daha güçlenerek devam edebildiği ilk örnek oldu. Sadece ayakta kalmakla yetinmeyip siyasetle oynayanların karşısında çok dik durdu.
Hâlbuki Apo, Türkiye’ye getirilerek hapsedilmişti. Apo’yu içeride tutarak
örgüt kontrol edilecekti. Aynı sene
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sağlık sebepleriyle ABD’ye gidişinden üç ay sonra ve de tam Apo’nun karar duruşmasından beş gün önce Hocaefendi ile ilgili montaj
kasetler
Ali Kırca’nın eliyle gümbür gümbür yayınlanmıştı. O gün “Bir
efsane bitiriliyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı!” Ellerinde montaj kasetler ekranda boy gösterenler arasında Ergenekon sanıklarından
emekli Org. Kemal
Yavuz da vardı; yanında ÇEV Vakfı Başkanı
Gülseven Yaşer’le birlikte…
Ergenekon dosyası gösterdi ki işte tam da o günlerde Kırca’nın programında boy gösterenlerle birlikte Ergnekon sanıklarından
Tuncay Özkan’ın da içinde bulunduğu bir grup, yalancı şahitlik yapsın diye muhtaç çocukları parayla satın alıyormuş. Mülkün temeli olan adaleti yalancı şahitlikle hançerlemek, masum insanları
mahkeme kararıyla suçlu duruma düşürmek için!...
Ve işte bütün bunların
Mahir Kaynak mantığındaki yeri tam da şuna tekabül ediyor: Mahir Hoca prenslerin avından hareketle bir strateji oyununu anlatıyor. Prensler ava çıkınca bir kısım marabalar kolaylık olsun diye
gürültü çıkartıp avları prenslerin olduğu tarafa doğru sürerlermiş. E. Org.
Kemal Yavuz’un Gülseven Yaşer ve
Tuncay Özkan gibi insanlarla birlikte kaset montajlamak, parayla yalancı şahit satın alıp Türk adaletini yanıltmak gibi işler tutup gürültü çıkartıyorlarmış ki avlar prenslerin önüne doğru gitsin, onlar da avlasın!... Hocaefendi ABD’de bulunduğuna göre Mahir Hoca’ya göre bizim marabalar Hocaefendi’nin Türkiye’ye dönmesini imkânsız hâle getirerek ABD’nin prenslerine ikram etmekle çok büyük hata yapmışlar.
Şimdi buyurun, işte Türkiye bütün bu depremleri atlatıp seçimlerini yapmış, hükûmetini kurmuş,
cumhurbaşkanını seçmiş, diplomasi ataklarıyla bölgede saygın bir
ülke hâline gelmiş; Türk adaleti de içeride örgütlü faaliyetlerle Türkiye’yi zaafa uğratanların yine kendi içlerindeki –tıpkı parayla yalancı şahit kiralama işlerinde olduğu gibi- karanlık işlerinden dolayı çıkan bir huzursuzluğun jandarmaya şikâyet edilmesi üzerine yakalarına yapışarak peşlerine düşmüş. 11.
Dalga operasyonu ile ülkeyi içeriden tutup yumurta hayatına mecbur etmek isteyenlerin izini iyi sürdüğünü göstermiş. Eğer bu süreç “Adaletin kestiği
parmak acımaz” sözümüzde olduğu gibi sağlıklı işlerse, artık Türkiye’yi kim tutabilir ki?
HAMDİ YILMAZER-AKSİYON