Samayoluhaber.com yazarı Eyüp Ensar Uğur, rüşvet ve terör operasyonlarını yapan emniyet mensuplarının sahur vakti gözaltına alınıp adliyeye sevk edilmesiyle ilgili bir yazı kaleme aldı.
Ensar, tutuklu polislerin Türkiye'de geçmişten beri var olan vesayetin çözülmesinde büyük pay sahibi olduklarını hatırlatarak ''Vesayetin nihayetinde çözülebilmesinde önemli rolü olan emniyet ve yargı mensupları, güçlenmesine katkı sağladığı sivil iktidar tarafından bugünlerde cezalandırılmaya çalışılıyor."ifadelerini kullandı.
İŞTE O YAZI
Türkiye’nin belki de yüzyıllık bir serâncamesi olan bürokratik vesayetin nihayetinde çözülebilmesinde önemli rolü olan emniyet ve yargı mensupları, güçlenmesine katkı sağladığı sivil iktidar tarafından bugünlerde cezalandırılmaya çalışılıyor.
Türkiye’nin uzun yıllar üzerine karabasan misali çöken derin yapıları çözme de gözü pek hareket etmiş emniyet yetkilileri, hükümet üyelerinin ve yakınlarının karıştığı yolsuzluk iddialarına da sessiz kalmadılar ve şüphelilerin kimliklerine bakmaksızın olayın üzerine gittiler. Bu durum Türkiye’nin alışık olmadığı, hukukun gereğini yerine getiren devlet görevlilerine artık sahip olduğunu gösterdi.
Derin yapıların çözülmesiyle daha önce hiçbir hükümetin bulamadığı hareket alanı ile başarılı icraatler yapma imkanı bulan mevcut hükümet, ne gariptir ki; yolsuzluk iddialarından dolayı düştüğü zor durumu aşabilmek için ülkenin henüz kurtulmuş olduğu vesayet rejiminin aktörleriyle işbirliği içerisine girdi.
Yolsuzluk operasyonunu yapan Polisler, İstanbul Çağlayan’daki Büyük Adalet Sarayı’nda gözaltına alındılar. Bir anda Türkiye’nin gündemine oturan hukuksuz tutuklamalar ülkenin dikkatini Çağlayan’a çevirdi. İnsanlar akın akın adliyenin önüne geliyor, tepkilerini gösterip, dualar ediyorlar.
Bu olayların yaşandığı adliyenin bulunduğu konum ise çok ilginç; çünkü bu Adalet Sarayı, “Adalet ve Hürriyet!” sloganıyla iktidara gelen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli mensuplarının defnedilmiş olduğu Hürriyet Tepesi’nin yanı başında bulunmakta.
Ülkeyi istibdat rejiminden kurtarma iddiasıyla yola çıkan ve II. Meşrutiyet’i ilan ettiren, İttihat Terakki Cemiyeti iktidarıyla birlikte, yazının başında bahsettiğim yüzyıllık bürokratik vesayet başlamıştı.
Kendilerince devri sabık’ın tüm kadrolarını tasfiye etmişler, Sultan II. Abdulhamid Han’ın yetkilerini de büyük ölçüde kısmışlardı. Ama istibdatı sona erdirmek iddiasıyla yola çıkıp iktidar olan Cemiyet çok geçmeden ülkede baskıcı bir yönetim kurdu. Partilerini değişimin tek müsebbi gören cemiyet mensupları kendilerini bir memur değil de devletin sahibi olarak görmeye başladı.
Tarık Zafer Tunaya’nın ifadesiyle, parti "Cemiyet-i Mukaddese" sayılmakta, İttihatçı olmak bir vatan borcu, karşı çıkmak, hatta bir eleştiri bile ihanet olarak nitelenmekteydi.
Diğerlerini mihnet altına alan bu zihniyetin hiçbir muhalif sese haliyle tahammülleri yoktu. Tutuklamalar, sürgünlerin hatta cinayetlerin ardı arkası kesilmiyordu. Cemiyet’in iktidarda gelmesi henüz altı ayını doldurmamışken, yolsuzluk iddiaları konuşulur olmuştu. Muktedirlerin keyfi olarak hukuk tanımazlığının sonucu olarak tarihin her döneminde görülen, baskı ve sansür bu dönemde de başlamış oldu.
O günlerde İktidar üyelerinin yolsuzluklarını yazılarında sıkça dile getirip eleştiren, Serbesti Gazetesi Başyazarı Hasan Fehmi İttihatçıların boy hedefi haline geldi. Ve nihayetinde Galata Köprüsü’nde yürürken arkasından yaklaşan biri tarafından kafasına sıkılarak öldürüldü.
1910'da İktidarın dayatmacı politikalarını, tüm tehditlere rağmen eleştiren Sadayı Millet Gazetesi Başyazarı Ahmet Samim de bir sokakta öldürüldü.
Partiye muhalif olanlara yapılan cinayetler bir türlü bitmiyordu. Yine bir başyazar olarak Şehrah Gazetesi’nde yazan ve bir maliye uzmanı olan Zeki Bey’de 1911’de öldürüldü. Zeki Bey, Maliye Bakanı Cavit Bey ile ilgili yolsuzluk iddialarını bolca dosyayla gündeme getirmeye hazırlanırken öldürülmüştü. Zeki Bey’in cinayetinin diğer meslektaş cinayetlerinden farkı faillerin yakalanmış olmasıydı. Diğer katiller ellerini kollarını sallayıp hayatlarına devam ederken, Zeki Beyin katilleri, "İsterlerse benim işime son verebilirler, ben vicdanımın sadasından başka bir şey diyemem" diyen Mahkeme Başkanı Hacı Hulusi Bey tarafından 15’er yıl hapis cezasına çaptırılmışlardı. Tabi bu adi bir cinayet olmadığından katillere verilen söz gereği I. Dünya Savaşı başlaması hengamesiyle serbest bırakıldılar. Zeki Bey’in hazırladığı dosyalar ise bir türlü açıklanamadı ve bir müddet sonra da kayboldu.
En ufak bir eleştirinin dahi, işten atılma, hapis ve sürgünlerle cezalandırıldığı, Enver ve Talat Paşa’ların liderliğindeki Cemiyet’in iktidar günlerinde herkes sindirilmiş durumdaydı.
Dünya Savaşı’na girme kararını Partinin oligarşik kadrosu verdi. İktidara gelmelerinin bahanesi olan Meclis-i Mebusan’ı süresiz devre dışı bırakarak, hatta padişaha haberi vermeden, Devlet-i Aliye’yi helak eden korkunç bir savaşa sürüklediler. Enver Paşa’ya mübalağlı övgülerle Osmanlıyı ve Türk Milletini kurtaracak Allah’ın gönderdiği bir cihangir olarak takdim ediliyordu. Kazım Karabekir ,hatıralarında Enver Paşa’nın avuç içindeki alaca lekenin dahi büyük cihangir olacağına yorulduğuna ve Paşa’nın buna inandırıldığını anlatır.
Bir yanda savaş diğer yandan sansür sürerken devlet eliyle yolsuzluk kapılarının aralanıp, bir çok devlet görevlisinin adı yolsuzluk olaylarına karıştı.
Karaborsa, istifçilik, vurgun, kamu fonlarını zimmete geçirme gibi yöntemler kullanmak suretiyle yeni bir zengin sınıfı türedi. Bu sınıf daha ziyade küçük tüccarlar, bürokratlar veya Hükümet Partisine yakın kisilerden oluşuyordu. Ve bunların zenginliği köklü bir ekonomik geleneğe ve geçmişe dayanmıyordu, sadece iktidarın kayırmasıyla palazlanma seklinde ortaya çıkıyordu.
Ülkeye özgürlük ve adalet getirmek için yola çıkmışların iktidara geldikten kısa bir süre sonra bu iddialarının aksine bir yol tutmaları, başta onlara teveccüh göstermiş halkta büyük bir hayal kırıklığı yaşattı. Kahramanlık hayallerinin yanı sıra kişisel zaaflarının yol açtığı maceralar sonucu; Balkanlardan Hint Okyanusu’na kadar uzanan 600 yıllık bir devlet, çok değerli topraklarıyla birlikte milyonlarca mensubunu kaybederek tarih sahnesinden silindi.
Geçen günlerde Hürriyet Tepesinde medfun bulunanları bir ziyaret edeyim demiştim. Hava güzeldi, çocuklar, Enver Paşa’nın bir kapı çerçevesini andıran mermer mezarının hemen yanında top oynuyorlardı, kabrin alt tarafındaki düzlüğe ise iki işçi çiçek ekiyordu. Enver Paşa’nın mezarına gelmenin heyecanıyla o işçilere;
“Tanıyor musunuz burada yatan zatı” deyince, onlardan biri;
“Gurban biz buraları pek bilmeyiz yeni geldik İstanbul’a” dedi.
Ah ah!, Yüzyıl önce Devasa büyüklükteki bir devletin tüm yönetimi elinde olan bu zatı, her gün mezarının önündeki E-5’ten arabayla milyonların geçtiği kaç İstanbullu biliyor ki..
İşte tarih kendini vazgeçilmez zannedenlerin ibret hikayeleriyle dolu, geçmişten ibret almayanlar gelecekteki insanlara elbet ibret olacaklardır.
Bakın bir Çağlayan Adliyesi’nden nerelere geldik.
Bu durumda İbn-i Haldun’un şu sözünü tekrar hatırlatmakta fayda var;
“Günümüzde olan geçmişte de olmuştur. Kahramanları dışında yaşananlar koşullarına göre hep benzerlikler taşır. Çünkü tarih insanla oluşmuştur; terbiye edilmediği müddetçe onun doğasında bulunan zaaf, hırs, ihtiras ve gibi duygular emsal sonuçlar ortaya çıkarır”.