İşte Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sohbetinden bazı paragraflar:
*Âlem, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla Allah’ın istediği seviyeye yükselirse, bizim için isteyecek başka bir şey kalmaz.
Hakikatler Karşısında Kalbi Duracak İnsanları Yitirdiğimizden Beri Yetimiz!..
*Hazreti Üstad diyor ki: “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur.” Peygamberlik yüksek pâyesinin gölgesinde, daha sonra da gölgesinin gölgesinde, gölgesinin gölgesinde olan insanlar hiç kendileri için yaşamamışlardır. Bu, bütün büyüklerin lâzım-ı gayr-ı müfâriki, yani öteden beri ayrılmaz hususiyetleridir. Başta Râşid Halifeler; yolun en doğrusunu onlar belirlemiş, onlar yaşamış ve İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha ziyade onları nazara vermiş. Kendi zaten nazarda; muşârun bi’l-benân. Nebi olduğundan dolayı, herkes O’na uyulması gerektiğine milimi milimine inanıyor.
*Harun Reşid küçümsenmeyecek bir insandır. O dönemin çok büyük velilerinden birisi olan Fudayl bin Iyaz’ın gözünün içine bakar, iki dudağından dökülen kelimeleri lâl ü güher gibi alır değerlendirir. Çok defa yanında hıçkıra hıçkıra ağladığı olmuştur. “Padişahsın, hükümdarsın; haksızlık yapıyor, zulmediyorsun. Allah’tan korkmuyor musun?” deyince, tepki vermez ona. Belki o denen şeylerin hiçbiri onda yoktur ama ihtimal ki “O büyük veli bir şeyler görüyor, ondan dolayı böyle diyordur!” diye itiraz etmez. Yanındaki Fazl ikna edip susturur onu: “Hükümdarı öldüreceksin, kalbi duracak!”
*Bu türlü hakikatler karşısında kalbi duracak insanları kaybettiğimiz günden bu yana, bizler hakiki insan yetimiyiz. Hakikatler yüzüne çarpıldığı zaman, “Bunlar tam bana göre; numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Hırsız!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Mürteşî!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Hak yiyen insan!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. “Milletini ezen!” Numarası da uyuyor, drobu da uyuyor. Demek ki bu zâtlar benim hakikaten hatalarımı açıktan açığa görüyor ve söylüyorlar. Bana düşen şey, bu mevzuda, onların çağırdığı o istikamete yönelmektir.” diyebilecek muhasebe insanlarına hasretiz.
Hayatlarını Başkalarını Kurtarmaya Adamış Bahtiyar Ruhlar
*Hepsinin etrafında böyle bir nur hâlesi.. ama biri asliyet planında, diğerleri de zılliyet, gölge planında. (…) Bunlar, başkalarının karanlık dünyalarını aydınlatmak adına, adeta hayatlarını hep karanlıkta geçiriyor gibi yaşarlar. Ellerindeki mumları hep başkalarına verirler. Ellerindeki bir mumla bütün mumları tutuşturmak için karanlıktan karanlığa koşarlar; sürekli ızdırap yudumlarlar; hep çileden çileye girerler. Fakat bu mevzuda gam da yemezler, şikayet de etmezler. Sızlanmazlar katiyyen ve kâtibeten! (…) İstemedikleri halde bunlar -öyle bir dertleri de yoktur- milletin ve gelecek nesillerin nazarında yâd-ı cemîl olurlar. Yâd-ı cemîl olurlar, hep yâd edilirler, hep parmakla onlara işaret edilir.
*Bazılarının yeryüzünde mezarları bile olmaz. Adlarına hiçbir şey yapılmaz. Adlarına yapılan ne bir okul vardır, ne kültür lokali vardır, ne üniversite vardır; çünkü yaptıkları her şeyi Allah için yapmışlardır ve “Ecrimizi, mükâfatımızı biz Allah’tan bekliyoruz. Başkalarından beklediğimiz bir şey yok.” deyip o peygamberâne tavır içinde silinip gitmişlerdir.
*Üstad Hazretleri, “Benim mezarımı kimsenin bilmemesi lazım, bir iki talebemden başka!” demiş. Malum bir yere gömülmüş, sonra istediği gibi hakikaten meçhulleştirilmiştir. Ama hiç kimse zihinlerden onu silemez, kimse onu unutturamaz! Tesbihatıyla, ortaya koyduğu âsâr-ı güzîdesiyle onu yâd ederler; hep onun ufkunda seyahat eder dururlar. İman-ı billahtan marifetullaha, marifetullahtan muhabbetullaha, onun çizdiği çizgide dolaşır dururlar; onun o seyr-i rûhanîsini geride bıraktığı eserlerde yaşar dururlar. Etrafındaki hâle de ondan geriye kalmamıştır. Tahirî Mutlulardan Hulûsi Efendilere kadar…
*Ne yüksek istidatlardır onlar: Hulûsi Efendi üsteğmen veya yüzbaşı iken bir-iki kere görüşmüş; bir defa arkasında namaz kılmış; fakat ihlasta zirve yapmış bir insan. Hazreti Halid tabiatında bir insan. Amûdi yükselmiş bir insan. Tahirî Mutlu’yu da onun yanında mütalaa edebilirsiniz; şahane bir insan. Zübeyir Gündüzalp’i onlardan geri düşünemezsiniz. Mustafa Sungur’u da, makamı cennet olsun… Bunların hepsi gitmiş, rahmet-i Rahman’a kavuşmuş, şimdi de kendi ruhlarının ufkunda tayeran ediyorlar. Belki bazen tenezzülen bizlerin rüyalarına giriyorlar; rüyalarımızı şenlendiriyor ve renklendiriyorlar.
*Bunlardan en yakında ruhunun ufkuna yürüyen Mustafa Sungur Ağabey oldu. Âbide bir şahsiyetti. Çok erken dönemde tanıdığım insanlardan birisiydi. Muallimken gelmiş, Hazreti Pîr-i Muğân’a teslim olmuş; ona öyle bir yakınlık tavrı sergilemiş ki, o büyük insan ona “Benim vekilim” demiş. Zindanlarda beraber olmuş, dışta beraber olmuş; dünyaya ait her şeyi elinin tersiyle itmiş ve gerçekten bir babayiğitlik sergilemiş. Bizim gibi değil! Sonradan yetişmeler gibi değil! Zindanlarda kalmış; onunla beraber olmanın ne kadar ceremesi varsa hepsine katlanmış. Ve vefat edeceği âna kadar da o vefasını korumuş Allah’ın izni ve inâyetiyle. Makamı cennet olsun. Allah onları, o büyük insanları bizim hakkımızda şefaatçi eylesin.
*Bunlar kendi dönemini yaşayan insanlar değil. Bu kirli dönemi, zift dönemini yaşayan insanlar değil. Bunlar sahabenin arkasında bir yer ihraz eden babayiğitlerdir. Nisbî ve izâfî insan-ı kâmil âbideleridir bunlar Allah’ın izni ve inâyetiyle. Cenâb-ı Hakk hüsn-ü zannımızda bizi yanıltmasın. Öyle olduğuna inandık onların; onları öyle kabul ettik ve ölünceye kadar da birer yâd-ı cemîl olarak zikretmeye devam edeceğiz. Çünkü dünyevî hiçbir talepleri olmadı; mâliyeciler üzerlerine gitsin bunların, dikili bir taşları dahi olmadıklarını görecekler.
Tiranlar Devrilir Gider ve Bir Yâd-ı Kabîh Olarak Anılırlar!..
*Zira onlarda Kârun gibi kazanma düşüncesi yoktu. Kârun gibi dünyaya gömülme düşüncesi yoktu. Firavun gibi başkaları üzerinde hakimiyet kurma düşüncesi yoktu. Başkalarını hazmedememe gibi haset hastası değildi onlar. Kıskançlık hastası değildi onlar. Deli değildi onlar. Başkalarının yaptıklarını yıkmak için, gittikleri her yerde menfî propaganda yapan Firavun taslakları değildi onlar. Onlar Allah Rasûlü’nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) tevârüs ettikleri şeyleri -ciddî bir îsâr düşüncesiyle, başkaları için yaşama ve kendilerini feda etme düşüncesiyle, o mevzudaki her türlü çileye rağmen- ikâme etmeye çalışıyorlardı.
*Aslında Kıtmir’in bir mülahazası var: Yüksek mefkûresi uğrunda ezilmemiş, preslenmemiş, dövülmemiş, vurulmamış, hakarete maruz kalmamış, sürgün -ki bunların hepsi peygamberlerin yoludur- yaşamamış kimselerin “Millet adına bir şey yapıyorum!” iddialarına katiyen inanmıyorum! Yalancının, sahtekârın tâ kendileridir onlar. Preslenmesi lazım ki inandığı şeyden dolayı; kendi ruhî dünyasını, kalbî dünyasını ikâme etme adına değişik çilelere maruz kalması lazım ki, hakkaniyetini ortaya koymuş olsun. Hangi Peygamber vardır ki çileye maruz kalmamış, yerinden yurdundan edilmemiş? İnsanlığın İftihar Tablosu, Seyyidina Hazreti Mesih, testereyle biçilen Hazreti Zekeriya, hunharca şehit edilen Hazreti Yahya, yerinden sürgün edilen Hazreti İbrahim, yerinden sürgün edilen Hazreti Musa, yerinden sürgün edilen Hazreti Harun… hepsini sayabilirim burada. Peygamberlerin yolu bu ise, bence yol odur!
*Konjonktürel olarak, şartları değerlendirerek gelip milletin başına musallat olan parazitlerin millete vadettiği hiçbir şey yoktur! Bunlar milleti sömürürler, kendi saltanatlarını tesis ederler.. ama bir yere kadar Allah fırsat verir. Bir yerden sonra bütün tiranlar gibi onlar da devrilir giderler. Birilerinin yâd-ı cemîl olmasına karşılık onlar da yâd-ı kabîh olarak yâd edilirler: Her akla geldikçe, “O münafığa da lanet olsun!” (derler.) “Gittiği her yerde Türk milletinin son açılmasını, son muhteşem açılımını kösteklemek için herkesin kafasını karıştıran, dünyanın değişik yerlerinde dinin intişârını engellemek isteyen tirana lanet olsun!” diyecekler.
Tebliğ Aşk ve Sancısı
Soru: Sürekli tebliğ aşk ve sancısıyla yaşayan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselam) ve Ashâb-ı Kirâm’ın insan kazanma konusundaki metotları nasıldı? Bugün otuz kırk dakikalık bir tren yolculuğunda dahi müstaid bir sine arama cehdi o aşk ve sancının bir yansıması sayılır mı? Tek tek fertlerle ilgilenmenin bu konudaki rolü nedir?
*Evvela başkalarına tebliğ ettikleri o mesajın lüzumuna, önemine ve vadettiği şeylere inanma meselesi çok önemlidir. İnanmışlardı. Ne kadar inanmışlardı? Bugünden sonra yarının gelmesine inandıklarından daha fazla inanmışlardı. İkindi sonrası güneş guruba meyletti. Bundan sonra bir gecenin geleceğine inanmanın ötesinde bir inanmayla inanmışlardı. Güneş gurup etmeyebilir, gece de gelmeyebilir; ne kadar ihtimal bu, bin ihtimalden bir ihtimaldir. İhtimal ki, Allah (celle celaluhu), Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir mucizesi olarak o güneşi bir yerde tuttuğu gibi, gece gelmeyebilir. Veya kıyamet kopar da gece gelmeyebilir. Ama gidecekleri yere öyle inanmışlardı ki, riyazî katiyet içinde.. “İki kere ikinin dört etmesinde şüpheye mahal vardır; fakat bizim gideceğimiz yer ve Cenâb-ı Hakk’ın ve Efendimiz’in bize vadettiği şeyler mevzuunda zerre kadar şüphemiz yoktur!” hakikatine inanmışlardı.
*İkinci mesele; o Zat’ın -Hazreti Pir’in de üzerinde durduğu gibi- insibağı vardı. Allah Rasûlü o düşünce, o duygu ve o mesaj fırçasını kime çaldıysa, bir yönüyle semavîleştiriyordu onu. O’nun tavırlarına, davranışlarına, bakışına, mimiklerine, gözünün irisine bakan insan “Bunda yalan yok!” diyordu. Önyargısı yoksa, şartlanmış değilse, bakan bayılıyordu O’na. “Bu Zat emindir!” diyordu. “Buna inanılır!” diyordu. Öyle bir güç vardı. O bakımdan o güne kadar zift içinde yaşayan o insanlar birdenbire sıyrılıyor oradan, cennet kevserlerinde yıkanmış bir hal alıyorlardı. Adeta meleklerle atbaşı haline geliyorlardı Allah’ın izni inayetiyle.
Yaşatmak İçin Yaşamayan Yaşıyor Sayılmaz!..
*Şimdi bu iki mesele zaviyesinden bakılınca, zannediyorum, o tertemiz gönüllerde insanları Allah’a ve ahirete yönlendirme adına delice bir aşk ve iştiyak bulunduğu görülecektir. Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz’in bu husustaki tehaluku anlatılır. Özellikle iki yerde “Neredeyse kendini öldürecektin.” denilir; yani O’nun “herkes hidayet yoluna girsin, a’la-yı illiyyîn-i kemalâta yükselsin. Cennet’le serfiraz olsun. Bunu da Cenâb-ı Allah’ın cemaliyle ve Rıdvan’ıyla taçlandırsın” mülahazası nazara verilir. İnsanlığın İftihar Tablosu, “O da inansın, o da inansın, o da inansın…” diyor.
*Sahabe efendilerimiz başkalarını yaşatmak için yaşıyorlardı. Başkalarını yaşatma için yaşama yoksa, ona yaşama denmez; ona mezar-ı müteharrik bedbaht denir. Onlar hiçbir zaman böyle bir derekeye sukût etmediler. Hep a’la-yı illiyyîn-i kemalâta müteveccih yaşadılar.
*İnsan kazanma konusunda mülayemet çok önemli bir faktördür. Kur’an-ı Kerim’de Hazreti Musa (aleyhisselam) ile alakalı olarak iki yerde kavl-i leyyin tavsiye ediliyor. Sizin halinizde ve düşünce dünyanızda öyle bir mülayemet, bir yumuşaklık ve müsamaha varsa, bir yönüyle evrensel insani değerlere karşı bir saygı varsa, karşı taraf da sizi saygısız bırakmayacaktır, o da size saygılı olacaktır.. ve bunlar sizin ifadelerinizde de saygı edalı beyanlara dönüşecektir. Kavl-i leyyin buna diyebilirsiniz.
*Gönlünüzü herkese açarsanız, herkesi kucaklarsanız size hakaret eden insanlara bile açık durursanız âlem de gönlünü size açar. Ne olursa olsun bir Hazreti Mevlana yaklaşımıyla, bir Yunus Emre yaklaşımıyla insanlara kucağını açmak ve “Esasen inandığım değerler beni işte böyle yoğura yoğura, şekillendire şekillendire bu hale getirdi!” diyebilmek.. inandırır mı inandırmaz mı bu mesele?!. Yani “Ben de insanım, benim de öfkem, hiddetim olabilir fakat inandığım değerler beni bir potada yoğura yoğura bu şekle getirdi. Bak siz sövüp sayıyorsunuz, bense size hâlâ kucağımı açıyorum!” mülahazası… Nihayet insan onlar da; insan olmanın kadirşinaslığı içinde bu meseleye karşı cevab-ı sevab verirler.
*Hususiyle günümüzde din farklılığı, mezhep farklılığı, ırk farklılığı sebebiyle arada mesafeler olabilir. Bize düşen: Bir yönüyle bunlara gözümüzü yumarak, bu farklılıkları görmezlikten gelerek, icabında bir sıcak çay içirme.. veya gidip çaylarını içme.. elimize bir hediye alarak “Bugün size ziyarete geldik.” deme… Bizim özel günlerimiz vardır ki bu günleri de çoğaltabiliriz: Vahyin ilk geldiği gün (semâvîleşme yolunun bize açıldığı gün), İnsanlığın İftihar Tablosu’nun boykottan sıyrıldığı dönem, Efendimiz’in Mirac’a urûcu, Hazreti Hatice validemizin ruhunun ufkuna yürümesi, Hicret… Bu türlü vesileleri değerlendirerek, bunları bahane yaparak insanlara onlardan uzak olmadığımızı ifade etme…
Tiranlar Karşısında Yusuflar Olmazsa Dünya Huzuru Yakalayamaz!..
*Otuz kırk dakikalık bir tren yolculuğunda dahi müstaid bir sine arama da tebliğ aşk ve sancısından kaynaklanmaktadır. Hazreti Pîr-i Muğân’ı düşünebilirsiniz mesela. Zindana girince orayı tam bir medrese gibi değerlendiriyor, “Medrese-i Yusufiye” diyor. İmam Şazilî, Abdulkadir Geylanî, İmam Gazzalî ve İmam Rabbanî hazretleri gibi neredeyse bütün büyüklerin zindanlarda yaşamış olmaları da gösteriyor ki, zindana girme meselesi büyükler için Allah tarafından takdir edilen bir şey; yani bir arınma kurnası veya dereceyi ikiye katlama yeri oluyor orası.
*Şimdi de bir sürü tertemiz insan o Medrese-i Yusufiye’de. Medrese-i Yusufiye’nin insan hatalarını eritici yanı vardır. Bir de hata değil de yaptıkları sevaplar dolayısıyla oraya girmişlerse, sevabı katlama yanı vardır onun. Evet, günümüzdeki Medrese-i Yusufiye misafirleri/muhacirleri.. selef-i salihînle aradaki mesafeyi kapatmak üzere Allah (celle celaluhu) cebr-i lutfî ile onları oraya koymuş.. Yusuflaştırıyor onları, geleceğe hazırlıyor. Gelecekte de bir sürü tiran çıkacak.. o tiranlar karşısında Yusuflar olmazsa, dünyada genel huzur olmaz, kardeşlik teessüs etmez, sevgi atmosferi oluşmaz.
*Aslında böyle bir şeyin kahramanı Hasan el-Benna rahmetullahi aleyh’tir. Mısır’da bir yerden çıkar, trene biner, gideceği yere kadar trenin içindekilere bir şeyler anlatır; orada başka bir vasıtaya biner, bu defa onlara anlatır. Hazret bir öğretmendir, yedi sekiz saat mesaiden sonra bir de esas, gerçek mesai diyebileceğimiz ahirete müteveccih, insanların ufkunun açılmasına müteveccih böyle bir mesai sergiler. Geliş ve gidiş alanlarını katiyen boş geçirmez, hep değerlendirir, tohum atar geçer, tohum atar geçer.
Tohum Atma Mevsimindeyiz; Bizim Vazifemiz Granitleri Bile Tohumlarla Buluşturmak!..
*Bizi alakadar eden şey, Allah’ın bize lütfettiği zamanın bir santimini bile zayi etmemek, zamanda israfa gitmemek ve onu rantabl olarak değerlendirmektir. Değerlendirilmesi gerekli olan en önemli mesele de insanları ebedî zindana gitmekten kurtarıp cennete yönelmelerini sağlamaktır.
*Birinin bir fit sokmayacağı şekilde bir kişiyle, iki kişiyle meşgul olma, birebir meşgul olma, zimmetleme; doğrudan doğruya, evinde, barkında, yurdunda, yuvasında, okulunda, hastanesinde, kliniğinde teker teker ayağına giderek; bir, ayağına gitme centilmenliğini gösterme, bir de teker teker herkese zaman ayırma civanmertliği sergileme çok önemlidir. Hususiyle günümüzde birilerinin hasetten, kıskançlıktan, çekememezlikten, tenâfüs duygusundan dolayı sizin bir şey ifade etmenizden rahatsızlık duymalarına karşılık sizin de bu mevzuda ciddi telattuf duygusuyla, onları rahatsız etmeyecek bir stratejiyle hizmet etmeniz isabetli olacaktır.
*On tane insanı zimmetleyin fakat bir ona gidin, bir ona gidin… Bu mevsim de tam zimmetleme mevsimidir; baharda ektiğiniz şeyler biraz geç başak çıkarırlar, fakat sonbaharda ekilen şeyler daha bahar ufukta görünür görünmez hemen filizlenir, yeşerir, sonra da başağa yürürler. Meselenin öyle olmasını istiyorsanız, bir sonbahar yaşadığımız bu dönemde sürekli tohum atmaya bakmalısınız.. sürekli her tarafa tohum atmak lazım.. granit kayalara bile tohum atmak lazım. Allah’ın kudret elinde bu, o kocaman kayaları bile, o tohumlar, o rüşeymler delerler, sonra gelişirler, neşv u nema bulurlar, başağa yürürler Allah’ın izni ve inayetiyle.