Habertürk gazetesi, 1 Mart'ta yayın hayatına başlıyor. Bu nedenle haftanın konuğu
Fatih Altaylı. Genel yayın yönetmeni olduğu yeni gazetesi hakkında kağıdından biçimine,
baskı teknolojisinden içeriğine kadar her konuda çok iddialı konuşan Altaylı, kendisini gazetenin tek 'tanrı yazar'ı olarak niteliyor.
"İlk çıkışta 100 bin satamazsak, benim burada durmamam lazım." diyen Altaylı ile aklımda kalan en
komik şey, Altaylı'nın gazetecileri,
zürafa, köpek ve adını ilk kez ondan duyduğum vilibis karışımı melez bir
hayvan türü olarak nitelemesi oldu.
75 kuruşa satılacak gazeteniz. Maliyeti kaç kuruş?
74 kuruş. Bu gazetenin 100 bin satması halinde bu, başa baş bir fiyattır. 100 binin üzerine çıktığımız zaman giderek artan miktarda kâr ederiz. Ama buna reklam ve editoryal giderler dahil değil. Editoryal giderler
tirajla beraber değişmediği için, tirajımız arttıkça biz avantajlı hale geleceğiz. Hâlbuki diğer gazeteler tirajı arttıkça zararı büyüyor. Çünkü reklamla sübvanse ettiği için zararını, kağıt veya endüstriyel maliyeti reklamla kapattığı için onlar tiraj büyüdükçe zarar edecekler. Biz tirajımız arttıkça kâra gireceğiz.
İlk çıkışta 100 bin gibi bir satış yapmanız çok iddialı olur...
İlk çıktığında 100 bin satmayan gazete zaten sonra da satmaz. Bana sorarsanız bu, son derece iddiasız bir tiraj.
Türkiye'de böyle bir gazete yok. Dokundunuz işte. Biz her gün insanlara yaklaşık 90 sayfa gazete vereceğiz. Diğer gazeteler kaç sayfa veriyor? Kırk-elli sayfa civarı. Biz her gün beş tane gazete vereceğiz büyük kentlerde. 100 bin satmayacak bir gazeteyi yaptıysak zaten ben gideyim buradan.
Hürriyet 500 bin satıyorsa bu gazetenin de 450 bin satması lazım bana göre.
Ekonomik kriz ortamında herkes batarken, Sayın Ciner nasıl bu kadar büyük yatırımlar yapabiliyor?
Ekonomik kriz bizi de etkiledi. Ama her krizin kendi içerisinde yarattığı fırsatlar var. Biz matbaalarımızı Almanya'dan
Euro üzerinden aldık. Ama Euro-dolar paritesi değiştiği için, parite düşünce biz en azından dolar karşılığı olarak avantajlı pozisyona geçtik. İkincisi çok uzun pazarlıklarla, alınabilecek en
ucuz fiyata aldık. Gazeteyi maliyetine satmak istediğimiz için bütün giderleri minimize ettik. Mesela
personele baktığınız zaman biz diğer gazetelerden kadro olarak daha düşüğüz. Grubun sinerjisinden faydalanma imkânı olan yegane grubuz. Şirket başına düşen genel gider paylarımızı çok aşağılara çekme başarısını gösterdi grup yöneticileri. Krizin yarattığı en önemli avantaj, rakiplerimizin de krizde olmaları. Üstelik onlar bizim gibi kriz ortamını öngörerek
büyüme çabası olmadıkları için personel sayıları, genel giderleri daha fazla.
Gazetelerinin maliyeti bizimkinden yüzde 25 daha fazla. Bir de bu maliyetleri onlar sübvanse etmek zorundalar, reklam geliriyle. Ve krizden ötürü reklam gelirlerinde bir gerileme olduğu için sübvanse etme güçleri ve bizim karşımızda yeni birtakım yeniliklerle çıkma güçleri azalıyor. Bizim, reklama ihtiyacımız yok.
Bu çok büyük bir iddia. Reklamsız bir yayın organının dönmesi...
Biz kimsenin kapısında reklam diye yatmayız. Reklam gelmezse battık, yandık durumumuz yok. Reklam gelmezse gelmez. Gelirse başımızın üstünde yeri var. Bu, bizim okurumuz için de büyük avantaj. Yani öbür gün herhangi bir büyük holdingin, şunun bunun bir yanlışını yakaladığımız zaman reklam nedeniyle bunun yayınlanmasının engellenmesi gibi bir şey yok.
Ciner sizden, "Fatih beni asla diğer gazete patronlarıyla karşı karşıya getirme" gibi bir şey istedi mi?
Turgay Ciner'in bu konuda ne negatif, ne pozitif herhangi bir talebi olmadı. Çünkü Turgay Bey, gazetenin yayın politikasına hiçbir zaman müdahil olmamıştır. Bizim diğer gazete patronları ile
kavga etmek gibi bir niyetimiz yok. Ama şu bir gerçek ki; gazete patronları da Türkiye'de
ekonomik birer aktör. Hatta bazıları siyasi birer aktör. Bizim diğer ekonomik veya siyasi aktörleri ne kadar
tartışma ihtimalimiz varsa gazete patronlarını tartışma ihtimalimiz de o kadar vardır. Eğer bir gazete patronu yanlış yapıyorsa ben onu da yazarım. Türkiye'de
iş dünyası ile ilgili yazılamayanları bu gazete yazacaktır. Çünkü iş dünyası gibi Türkiye'nin içinde bulunduğu vahim durumun sorumlusunu tamamen siyasetçide arayan bir anlayışa sahip değilim ben. Yani Türkiye'de eğer işler kötü gidiyorsa, Türkiye batıyorsa burada siyasetçinin sorumluluğu yüzde 60 ise diğerlerinin sorumluluğu da yüzde 40'tır minimum. Bazen de daha fazladır belki siyasetçiden. Şimdi ben bütün
faturayı siyasetçiye keseceğim,
TÜSİAD'a veya MÜSİAD'a fatura kesmeyeceğim. Yok böyle bir şey. Benim bir
imajım var. Ne bu imaj?
Kötü bir imajınız var, huysuz, kavgacı...
Evet. Bu gazete de huysuz ve kavgacı bir gazetedir. Ama muziptir. Ben muzibim aynı zamanda. Fırlamayım ben. Bu gazete de öyle olmak zorunda. Ben istemiyorum ki; benim bu gazetedeki arkadaşlarım herkesle çok iyi olsunlar. Tam aksine benim bu gazetedeki arkadaşlarım kimse ile iyi olmayacaklardır.
'Her muhabir bir yazar olacak' demiştiniz. Yazar sayısını da az tutuyorsunuz. Muhabirleri yıldızlaştırmak için mi alındı bu karar, yoksa yazarların yaldızlarını dökmek için mi?
Yazarların pek çoğunun yaldızı zaten dökülüyor. Buna ben de dahilim. Yazarların hepsi çok önde olmaktan ve 'tanrı yazar' sıfatına bürünmekten dolayı zaten yeterince antipatik hale geldiler. Ve güvenilirlikleri de büyük ölçüde yitti. Bu 'tanrı yazar' sınıfındaki yazarlar gazetenin fikri yapısını gölgeliyorlar. Benim bu gazetedeki amacım özgürlüklerle güvenliklerin dengelenmesi. Biz sapına kadar özgürlükten yanayız. Fakat bu gazeteye adından ötürü alacağım üç tane tanrı yazarın bu gazeteye tam aksi bir imaj vermesi gazeteyi son derece sıkıntıya sokan bir pozisyon. Ben bunu
Emin Çölaşan ile yapmış olduğum diyaloglar sonrasında yakalayınca vazgeçtim.
Nasıl yakaladınız?
Emin Bey'e benim yazdırmak istememin temel sebebi özgürlükçülüğümüzü vurgulamak içindi. Kardeşim bu adama kimse yazdıramazken, biz öylesine özgür ve bağımsız bir ortamda çalışacağız ki; ben
Emin Çölaşan'a bile yazı yazdıracağım, fikrine katılmasam bile. Ama Emin Çölaşan, bir
röportaj verdi. Bu röportajda Emin Çölaşan'daki şu duyguyu yakaladım ben: Emin Çölaşan'ın bir fikri yapısı var ve biz bu gazeteyi onun fikri yapısının etrafına bina ediyoruz. Ben Emin Çölaşan'ın ekseni olacağı bir gazete yapmak istemiyorum ki. Emin Çölaşan'ın da bir unsur olacağı bir gazete yapmak istiyorum. Fakat baktım ki Emin Bey'in bakışı bu değil. Korktum. Korkunca da yollarımızı daha başlamadan ayırdım.
Bu gazetede artık siz dahil hiç tanrı yazar olmayacak gibi bir iddianız mı var şimdi?
Bu gazetede ben dahil 'tanrı yazar' olmayacak iddiası doğru olmaz. Ben bu gazetede tanrı yazarım. Neden 'tanrı yazar'ım? Kurucu olmak hasebiyle 'tanrı yazar'ım. Yani bu gazetenin fikri yapısını ben oluşturduğum için bir yandan da o fikri savunan ben olacağım. O yüzden de bu gazetenin yayın yönetmeni olmam nedeniyle bugün ne yazık ki istemememe rağmen bu gazetenin ekseninde kıymetli bir yazarım. Bugün için öyleyim. Ama yarın, bu gazetede eğer bir yayın yönetmeni değişikliği olursa o zaman ben de 'tanrı yazar' sıfatından sıyrılmış olacağım.
Hangi 'tanrı yazar'ın, tanrılığından vazgeçtiği görülmüş ki?..
Ben, yayın yönetmeni olmaktan hoşlanan bir adam değilim. İkincisi yayın yönetmeni veya yazar olarak da hiçbir zaman buradan elde ettiğim gücü başkalarının yapmış olduğu tarzıyla kullanmış değilim. Beni işadamlarıyla göremezsin. Beni acayip sofralarda göremezsin. Ben yirmi sene önce nasıl yaşıyorsam yine öyle yaşıyorum. Siyasetçilerle böyle enseye tokat ilişkiler içerisine hiçbir zaman girmedim. Hepsiyle aramda belli mesafeler oldu ki; günü geldiğinde uzaklaşabileyim.
Ama kavga etmediğiniz kimse kalmadı...
Gazeteci, kavga eder. Gazeteciler barış elçisi midir? Ben Henry Kissinger olamam. Bir gazetecinin işi özellikle de güç kullanan insanlarla yakın dost olmak değildir. Çünkü gazetecinin işi, onların güçlerini doğru kullanmaları için onların üzerinde bir negatif
algı oluşturmaktır. Bir üçkağıtçı, bir hırsız veya bir sanayici, bir
işadamı, bir siyasetçi eğer "Fatih bizden" diyorsa benim işim bitmiştir. Ben hiçbir zaman onlardan biri değilim. Biz başka bir sınıfız. Başka bir hayvan türüyüz, biz gazeteciyiz. Eğer biz gazeteci olarak hayvan türünden çıkıp da işadamı, siyasetçi hayvan türünün içine girersek kendi işimizi yapamayız. Yani bir gazetecinin TÜSİAD üyesi olması kabul edilebilir bir şey değildir. Bir gazetecinin siyasi parti üyesi olması nasıl kabul edilebilir bir şey değilse.
Neden bu kadar şiddetli kelimeler kullanıyorsunuz? Neden hayvan türü diyorsunuz da, insan türü demiyorsunuz?
İnsan türü bir tür. Yani insan türü insan. Hayvanlara baktığın zaman at var,
eşek var, köpek var, ayı var, fil var,
deve var. İnsan türünde böyle bir ayrım yaptığın zaman ırkçılığa giriyor, o yüzden.
Gazeteci hayvan türünü, mevcut hayvanlardan hangisine benzetirsiniz?
Bazen fil gibi oluyoruz. Zücaciyeye girmiş fil gibi olduğumuz da olur. Bazen
keçi gibi oluyoruz. Bazen zürafa gibi oluyoruz, başkalarının görmediği şeyi görmeye çalışıyoruz. Asıl fonksiyonumuzu sorarsan zürafa gibi olmaktır. Herkes aşağıda otlarken bizim kafayı yukarıda tutup, yukarıda ne olduğunu, ne bittiğini daha önce görmemiz gibi.
Ama bunun da bir tehlikesi var. Meselelere tepeden bakıp asıl yerde olanları görememek gibi. Tanrı yazarlaşmak böyle oluyor.
Bilmiyorum hiç Afrika'daki hayvanları incelediniz mi? Mesela vilibis denen bir antilop türü var. Ön tarafı büyükbaş hayvana benzer, arka tarafı antiloptur. Vilibisler,
zebralar bir arada yaşarlar. Çünkü vilibisler çok iyi
koku alır. Zebralar çok iyi duyar. Bu ikisi bir araya geldiği zaman, diyelim ki bir
aslan geliyor. Aslan eğer rüzgarla aynı yönden geliyorsa vilibis kokusunu alır, kaçarlar. Aslan aynı yönden gelmiyorsa ayak sesini zebralar duyar, yine kaçarlar. Demek ki gazeteciler içerisinde de böyle bir iş bölümü vardır. Bir aşağıdan olan biteni izleyenler, bir yukarıda olan biteni izleyenler. Ama önemli olan, bütün duyu organlarının açık olması lazım.
Köpek gibi koku alması gerek.
Tabii siz çok uzun boylusunuz. Aklınıza ilk zürafanın gelmesi normal...
Devede de boy var ama...
Deveye benzemiyorsunuz. Hiç vilibis görmedim ama köpek malum. Siz şimdi vilibis, zebra ve köpek karışımıdır diyorsunuz gazeteci...
Böyle melez bir hayvanız yani.
Türkiye'de bazı dezavantajlı gruplar var. Türbanlılar, Aleviler, Kürtler vs. bütün bu dezavantajlı kesimler, "bu gazete bizim gazetemiz" diyebilecekler mi?
Niyetim tam odur. Türkiye'de dezavantajlı olmayan kesim yok. Herkesin bir başkası karşısında bir dezavantajlı konumu var. Mesela ben bu gazete ile ilgili ilk röportajı kime verdim biliyor musun? Kaos Gay Lezbiyen dergisine. Çünkü ben Türkiye'deki cinsel ayrımcılıktan inanılmaz rahatsızım.
Sizin de cinsel ayrımcılık yaptığınız birkaç kötü yazı örneğiniz var. Orduyu eleştirdiği için Gülay Göktürk'e, "O ordu senin bacak aranı da koruyor", demeniz. "Eren Keskin'i gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" demeniz...
İkisi ayrı tartışmalardır. Ama bacak aranı koruyor yazısı, sırf onun bacak arasını değil, benim de bacak aramı koruyor ordu.
Çok çirkindi o yazı...
Şahane bir yazıdır o. O yazının arkasında ölünceye kadar dururum. Eren Keskin'e gelince, 'Türk ordusu kadınlara
tecavüz ediyor' demedi mi?
Birisi çirkin bir laf söylüyor diye aynı şekilde mi davranmak lazım?
Eren Keskin'de ben haksızsam, Göktürk'te ben haklıyım. Eren Keskin'de ben haklıysam burada ben haksızım. İkisinde de haksız olduğum zaman ortada zaten saçma bir durum var. İkisinde ben haksız olamam. Bunlar cinsel ayrımcılık falan değildir. Sadece kadınlar mı? Bir ordu işgal ettiği zaman erkeklere de tecavüz ediyor. Bosna'da yaşananlar ortada. Milyonlarca Bosnalı kadın hamile kalmadı mı?
Yunanlılar çekilirken
İzmir için Türkiye'de
Diyanet İşleri başkanından özel
fetva alınmadı mı, İzmirli kadınlar için? Ben diyorum ki; Türk ordusunu yıpratırken bir düşünün. Bu ordu neleri koruyor? Bu ordu olmasa neler tehlikede?
NURİYE AKMAN - ZAMAN