İbadet yolunda hevâ tuzakları
Hevâyı hüdâdan tefrik etmenin iki yolu vardır. Bunlardan birisi zahirî yoldur. Burada insan, dinin açık emir ve yasaklarını göz önünde bulundurarak neyin hevâ, neyin hüdâ olduğunu görüp anlayabilir. Mesela insanın, temel kaide ve disiplinler çerçevesinde, Din-i Mübin-i İslam'ı, vaz' ediliş esaslarına uygun olarak anlama cehd ve gayreti içinde bulunması hüdâdır. Fakat insanın, usulüddini, fıkıh metodolojisini göz ardı edip kendince vaz' ettiği kuralları esas alarak dini yorumlamaya kalkışması hevâdır. Dinin temel kaide ve prensiplere uygun olmayan bu kuralların pozitif bilimlerin bir gereği gibi takdim edilmesi ya da tecdit veya reform adı altında yeniliğin bir icabıymış gibi sunulması, onları, hevâ ve heves mahsulü olmaktan çıkarmaz.
Dini anlama tarzında olduğu gibi,
ibadet hayatında da insan, hüdâ yerine hevâsının peşine takılıp sürüklenebilir. Mesela bir insan namaz ibadetini kusursuz denecek ölçüde mükemmel bir şekilde yerine getirse, ancak eda ettiği bu namazı "
Allah'ım ben namazımı eda ettim, kullukta bulundum. Bana bir oğlan evlat nasip et" gibi bir karşılığa bağlasa, o insan Allah'a ibadet ediyorken hevâsının peşinde gidiyor demektir. Yanlış anlaşılmasın, elbette ki insan, dualarında, arzu ve isteklerini Cenab-ı Hak'tan ister. Biz, bir
sahabe anlayışıyla kaybolan ayakkabımızın bağını bile Allah'tan talep ederiz. Ancak asla unutulmamalıdır ki, bir insanın her şeyi Allah'tan istemesi başkadır; ibadetlerini, içindeki bir kısım hesaplara bina ederek âdeta kendi isteklerinin gerçekleşmesi maksat ve niyetiyle ibadet yapıyor olması ise tamamen başkadır. Çünkü ibadetler, Allah rızasından başka hiçbir şey üzerine bina edilemez. Aksi durum insanın, çizgi dışına çıkması ve �afazanallah�Allah'a kulluk yolunda gözüktüğü halde, Allah'a değil de, hevâ u hevesine kulluk yapması manasına gelir.
Bundan dolayıdır ki, ehlullah, ibadetlerin
cenneti kazanma veya
cehennemden azat olmaya bile bağlanamayacağını söylemişlerdir. Evet, cennet arzusuyla Allah'a kulluk yapma mahzurlu görülmüş ve bu tür kimselere 'cennetin kulu', 'cennetin boynu tasmalı kölesi' denmiştir. Aynı şekilde Cehennem endişesiyle Allah'a kulluk yapan kimseler de 'cehennemin kulu' olarak görülmüş ve netice itibarıyla Allah'a kulluğun sadece Allah rızasına bağlanması gerektiği ifade edilmiştir.
HÜDÂ'DAN MI HEVÂ'DAN MI?
Üstad Hazretleri'nin mesleğinde insan tabiatını inkâr etmeme bir esas olduğundan, eserlerde, zevk-i ruhaniye kapı aralandığını görüyoruz. Mesela hatırlanacağı üzere Yirminci Mektup'ta, önce iman-ı billâh zikredilmiş, sonra marifetullah, daha sonra muhabbetullah ve ardından da zevk-i ruhanî denilmiştir. Ancak burada bir hususun gözden kaçırılmaması gerekir. O da şudur: Eğer bu silsilede nazara verilen lezzet-i ruhaniye, ibadet neticesinde ve talep edilmeksizin ortaya çıkan bir zevk-i ruhaniyse, onda bir mahzur olmasa gerek. Fakat ibadet ü taat, zevk-i ruhaniye ulaşmaya bağlanmışsa, orada yine hevâ u hevese uyulmuş demektir. Çünkü hiç kimse Allah karşısında alacaklı değildir. Bizler ömür boyu başımızı secdeden kaldırmadan ibadetle meşgul olsak yine alacaklı konumunda olamayız. Çünkü biz zaten, Allah'ın ihsan buyurduğu sayısız
nimetlerle alacağımızı ta baştan almışız. Üstad Hazretleri'nin enfes ifadeleri içinde: "Ubudiyet mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır." Mesela vücudumuzdaki her bir organımız Allah'ın büyük bir nimetidir. Bir düşünün; bir dudağınız olmasa belki yine konuşabilirsiniz. Ancak böyle bir durumda olsanız ve imkanınız da bulunsa, size bir dudağı bir milyar dolara verseler alır mısınız, almaz mısınız? Bence sahip olduğumuz nimetlerin gerçek fiyatı işte budur. Kısasta ortaya konan diyet miktarını, onun gerçek bedeli olarak anlamamak gerekir. Çünkü kısastaki diyet miktarı, tecziye mülahazasıyla ortaya konmuştur. Yani diyetle, zarar veren tarafı cezalandırma,
mağdur tarafı da memnun etme esas alınmıştır. Yoksa ortaya konan diyet miktarı insanın o uzvunun gerçek kıymetini ifade etmemektedir.
Cenab-ı Hakk'ın ahirette ihsan edeceği nimetlere gelince onların Allah'ın fazlından olduğu muhakkaktır. Buhari'de geçen bir hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabeye "Unutmayın ki yaptığı amel, sizden hiç kimseye, cenneti kazandırmayacaktır." buyurmuştur. Sahabe efendilerimiz; "Siz de mi ey Allah'ın Resûlü?" diye sorduklarında
Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): "Allah (celle celaluhu) fazl u rahmetiyle muâmelede bulunmazsa,
evet, ben de!" (Buhârî, Rikak 18) şeklinde
cevap vermiştir Efendiler Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem)
mübarek beyanlarından açıkça anlaşılacağı üzere biz ancak Cenab-ı Hakk'ın fazl u rahmetiyle sarıp sarmalanır, sıyanet edilirsek cennete girebiliriz.
O zaman diyebiliriz ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) cennete girmeyi Allah'ın fazlına bağladığına göre bizler de kulluğumuzu Allah'ın rızası dışında hiçbir şeye dayandırmamalıyız. Evet, kulluğumuzu ne zevk-i ruhaniye, ne cennete girmeye ne de cehennemden tevakkiye bağlamamamız gerekir. Allah deyip oturmalı, Allah deyip kalkmalı, Allah deyip yatmalı ve böylece hevâ u hevesten uzak kalmaya çalışmalıyız.
ÖZETLE:
1- Dini, usulüddin prensiplerine göre değil de kendi koyduğumuz kaide ve prensiplere göre anlamaya çalışmak, gerçeğin değil hevamızın peşinden koşmak demektir.
2- İbadetlerimizi, karşılığında elde edeceğimiz birtakım dünyevi veya uhrevi karşılıklara bina etmemiz bir yönden o karşılıkların kulu olmamız anlamına gelir.
3- Cennete girmek de dâhil, ibadetlerimizin bütününden hiçbir karşılık beklememeyi itiyat haline getirmeli, sadece Allah'ın rızasına talip olmalıyız.