Yargıda izini sürmeye değer bir şüphe
Mahkeme kararları hakkında hatta kendileriyle ilgili olmayan konular hakkında bile konuşmayan bir
Anayasa Mahkemesi Başkanı hatırlıyor musunuz? Bildiğim, hatırladığım başkanların hepsi sürekli konuşurdu, hatta bazıları siyasi parti lideri gibi her mikrofona bir cümle yetiştirirdi. Rejim,
laiklik,
demokrasi,
milli irade, parlamento kararları... İçinde bu kelimelerin geçtiği onlarca demeç,
bildiri,
imzalı imzasız açıklama arşivlerde duruyor.
Türkiye’de hukuka güvensizlik duygusu yaratan ve
sistemin işleyişini zorlaştıran temel faktör de bu tür ‘maksadı aşan’ girişimler olmuştur. Yargı kurumları her fırsatta siyasiler gibi rol üstlenip siyaseti şekillendirmeye kalktıkları için güven duygusu kaçınılmaz olarak zedelenmiştir. Geriye doğru bütün ciddi ve önemli kararlara bakın; tam da bu nedenden dolayı hiçbirinde tatmin hissedemezsiniz.
Çünkü, pozisyonlar baştan bellidir... Çünkü, yargı temsilcileri bazen muhalefet partisinin, bazen de elle tutulmayan gözle görülmeyen ‘sistem’in sözcüsü olmuşlardır.
Bugün,
Anayasa Mahkemesi’nin başında altına imza attığı kararlarla yargıçlığını ispatlamış değerli bir isim bulunuyor.
Haşim Kılıç, az konuşan, demokrat ve kararlarıyla da özgürlükçü bir isimdir.
Önceki gün konuşması gerekti. Çünkü başkanı olduğu
mahkemenin aldığı bir karar
Yüksek Seçim Kurulu tarafından yok sayılıyordu.
Kılıç’ın konuşmaması hata olurdu
Açalım... Anayasa’ya göre
TBMM’nin çıkardığı yasaları
denetleme yetkisi sadece Anayasa Mahkemesi’ne aittir. Mahkeme, nüfusu 2 binin altındaki belediyelerin kaldırılmasına dair yasanın iptal istemini reddetti. Yani, anayasal denetim hakkını kullanarak, bu kategorideki belediyelerin kaldırılmasında bir mahsur olmadığına hükmetti. Konu da kapandı. Yıllardır, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra tartışmalar sürse de konular kapanmıştır. Anayasa hukuku bunu gerektirir.
367 kararı gibi izi yıllarca silinmeyecek bir hukuk faciasında bile böyle olmuştur.
Ama bu kez, YSK’nın yönlendirmesiyle devreye ‘ikinci anayasa mahkemesi’ gibi
Danıştay girdi. Danıştay, isteyen belediyenin lağvedilmekten kurtulacağını ve
seçimlere girebileceğine hükmetti, YSK da bu karara uyacağını ilan etti.
Anayasa Mahkemesi Başkanı bu durumda ne yapacaktı?
‘Hayırlısı olsun. Biz de bundan sonra yetkimizi Danıştay’la paylaşırız’ deyip olup bitenleri sineye mi çekecekti?
Sessiz kalıp, başkanı olduğu mahkemenin verdiği kararın çöpe atılışını mı izleyecekti?
Üyelerinin yangından mal kaçırır gibi mahkemenin yetkisini başka bir kuruma ciro edişine göz mü yumacaktı?
Kılıç, hem doğru olanı, hem de yapılmasa eksik kalacak olanı yaptı.
Burada problem, bazılarının geçmiş mahkeme başkanlarına ve aslında işlerine gelen açıklamaları yapan bütün yargı bürokrasisine tanıdıkları imtiyazı Kılıç’tan esirgemeleridir.
Başbakan’ın şüphesi
Bu da bir yere kadar anlaşılabilir bir şey. Sonuçta bu ülkede
takım tutar gibi hakim de tutuluyor.
Zihin kurcalayan nokta şu...
Hayatlarında nüfusu 2 binin altında bir belediye merkezi görmeyen ve bu belediyelerin nasıl çalıştığını bilmeyen kişilerin,
yüksek yargıdaki çatlağı fırsat bilip
koro halinde Danıştaycı olmaları ilginçtir.
Düğmeye basılmış gibi...
Düne kadar rejimin yıkılmaz kalesi muamelesi gören Anayasa Mahkemesi’ni önemsizleştiren bu çaba merak uyandırıyor. Bana göre Anayasa Mahkemesi ‘düne kadar’ ne idiyse bugün de aynen o ama anlaşılan bilmediğimiz bir şeyler var.
Birilerinde artık adrese teslim kararlar alınamayacağı endişesi doğdu da yeni arayışlara mı girdiler?
Meclis, bundan sonra çıkardığı yasaları, Anayasa Mahkemesi dışındaki yüksek yargı kurumlarına da mı onaylattırmak zorunda kalacak?
Sadece belediye yasası değil, Cumhurbaşkanı’nın
rektör atama yetkisinde de Danıştay sahneye çıktı. Ve bugüne kadar hiç sormadığı soruları sormaya başladı.
Başbakan Erdoğan yüksek yargı eksenli karmaşanın ardındaki anlamı ilk okuyan kişi oldu. Şüpheyle şunu söyledi: ‘Yeni bir şey öğrendim. Demek ki, Türkiye’de ikinci bir Anayasa Mahkemesi daha çıktı.’
Üç günün manzarası bu şüphenin izini sürmeye değer olduğunu gösteriyor.
MUSTAFA KARAALİOĞLU-STAR