İskender Pala, üniformalı yıllarını yazdı
İskender Pala bir edebiyat profesörü, yazar.. Aynı zamanda
YAŞ mağduru bir
subay. Usta yazar "İki Darbe Arasında" adını verdiği yeni kitabında üniformalı 15 yılın hikâyesini anlatıyor.
İskender Pala bir edebiyat profesörü, yazar... Divan edebiyatının
halk kitlelerince yeniden sevilip anlaşılabilmesi için klasik şiirden ilham alan makaleler, denemeler,
gazete yazıları yazdı. Seminerler, konferanslar tertip etti. Bugün geniş kitleler onu "Divan edebiyatını sevdiren adam" olarak tanıyor. Baskıları yüz binlere ulaşan iki
romanın da yazıcısı o.
İskender Pala aynı zamanda YAŞ mağduru bir subay. Usta yazar yeni kitabı "İki Darbe Arasında" da pek bilinmeyen "asker kimliği"yle okur karşısına çıkıyor. 12
Eylül'ün hemen ardından başlayıp 28
Şubat sürecinde YAŞ kararıyla son bulan Deniz Kuvvetleri'ndeki 15 yılın hikayesini içeriden anlatıyor.
Kitap 15 bölümden oluşuyor. Hikâye, yazarın
İstanbul Üniversitesi
Edebiyat Fakültesi'ni (1979) bitirmesinden sonra askerî okullarda açılan öğretmen kontenjanına başvurmasıyla başlıyor.
Sınavları geçip
teğmen olarak göreve başladığındaysa
sivil yaşamın rahatlığından askerî hayatın katılığına uyum sürecini okuyoruz.
Yazarı asıl zorlayanın
disiplin ve kurallar değil kurumun üst kademelerinde karşılaştığı bağnaz tutum olduğunu görüyoruz.
Meslekte ilk aylarındayken askerî hayatın kendine göre olmadığını fark edip
istifa etmek istediğinde üstlerinden aldığı
cevap, önündeki sancılı sürecin girizgâhı niteliğindedir: Bu meslek 15 günde değil, 15 yılda biter! Ama mecburi hizmetinin dolmasına birkaç ay kala "irticacı" olduğu gerekçesiyle ordudan atılıyor. İskender Pala, kitabını araştırmacı ya da romancı kimliğiyle değil, ordudan
ihraç edilen mağdurlardan biri olarak, onlar adına yazdığnı belirtiyor. Yazar kitabın gelirini de YAŞ mağdurlarının kurduğu Adaleti Savunanlar Derneği'ne ve Divan Edebiyatı Vakfı'na vakfetmiş. Kitapta
Güven Erkaya, İlhami Erdil,
Vural Bayazıt
paşalarla ilgili hatıralar da yer alıyor.
Basına yansıyan darbe planları anılarımla örtüşüyor
Hocam kitap nasıl ortaya çıktı? Kitabın önsözündeki iki cümle, "Işığı görmek isteyenler için bir mum niyetine..." ve "Umarım bu satırlar işe yarar ve filmi başa sarmayız." cümlesi dikkatimi çekti. Bu cümlelerinizi biraz açar mısınız?
Bu kitabı yazma kararımı kolay aldığımı söyleyemem. "Bir kitabım daha olsun" gibi sığ bir düşüncenin ürünü değildir bu yüzden. Bazı insanların anılarını yazması sırf kendi tercihleri olmayabilir. Yaşadıklarınız bir tarihi sorumluluğu veya toplumsal dönüşümü etkileyen şeyler olursa bunları yazma kararı vicdanınızdan gelir. Bu yüzden İki Darbe Arasında benim yazmaktan kaçamayacağım bir kitaptı. Çünkü toz
duman bir dönemin aydınlatılması ve oradaki ışığın görülmesi bazı gerçeklerin de ortaya çıkmasına yarayacaktır. 28 Şubat dönemindeki bazı gri alanları daha yakından görürsek belki bugünü anlamak ve geleceğimizi kurmak kolaylaşır ve hakikatin rehberliği yaygınlaşır. Bu bakımdan yazdıklarım kendimden ziyade benimle aynı kaderi paylaşan binlerce insanın yüreklerindeki kederlere atıfta bulunur. Filmi başa sarmaktan kastım odur ki, bir zamanlar askeriyeden atıldığımda yaşadıklarım beni içeriden vururken dışarıdan da insanların konjonktüre uyarak çil yavrusu gibi çevremden dağılıp gittiklerini görmüştüm. Şimdi tamamen iyi niyetle ve belli bir amaç için yazdığım bu satırlardan dolayı ne içeriden ne de dışarıdan aynı acıları yaşamak istemediğim için filmin başa sarılmasını temenni etmiyorum.
Kitabı belli bir amaç için yazdığınızı söylediniz. Nedir amacınız ve neden bugün? Çünkü asker ya da askerlikle ilgili yeni bir şey söylendiğinde insanlar hemen "zamanlamaya" dikkat çekerler.
28 Şubat ile sonlanan süreçte, TSK bünyesinden "disiplinsizlik" ithamıyla ve sivil veya askeri mahkemede yargıl
anma hakları ellerinden alınarak ihraç edilmiş üç bini aşkın subay veya
astsubay mevcut. Bu insanlar halen ordudan ihraç edilmişliğin olumsuz etkileriyle yaşamaya çalışıyorlar. Maddi ve manevi pek çok kayıpları mevcut. Onca birikimlerine rağmen pek çoğu halâ iş bulmakta zorlanıyorlar. Benim bu kitabı yazmaktaki amacım, yetkili makamlar tarafından kaderdaşlarımın acılarına artık son verilmesi, ışığı görmek isteyenler tarafından iade-i itibarlarının sağlanmasıdır.
Bunu neden bugün yapıyorsunuz?
Samimi olarak söyleyebilirim ki ben anılarımı 2003 yılında yazmıştım. Unutulmasın, kaybolmasın diye. Sonraki yıllarda her şubat ayına girerken kendime "Acaba bu sene yayınlamalı mıyım?" diye sordum. Bu yıla gelesiye kadar böyle bir kitabı yayınlamanın TSK'ya zarar verebileceğini düşünerek hep erteledim. Çünkü benim TSK ile bir derdim yok; olamaz da. O benim için kutsal bir kurum; bir
peygamber ocağı. Lakin o kurumun içinde bazı yanlış kişi ve uygulamalar var ise onlara da dikkat çekilmesi gerekir. Bu yıl yayınlama sebebim, artık bu üç bin insanın tahammül sınırını uzatmamak idi. Ve ben kitabı yayınlanmak üzere yayınevine gönderdiğimde, yani yayın işlemleri başlatıldığında daha ortada
Balyoz adı yoktu; darbeciler ve darbe hakkında bu derece yoğun bir
gündem bulunmuyordu. Dolayısıyla kitabın yayınlanmasında özel bir zamanlama kastı yoktur.
Yaklaşık 15 yılınız üniforma içinde geçti. O yılları daha çok hangi duygularla anımsarsınız? Hüzün, özlem, nefret?
Askerlik mesleği bana pek çok özellik kazandırdı, yetenek verdi, disiplin verdi, şükranla anarım; ancak anılarımın hüzün ve burukluk içinde olması, ömrümden on beş yılın, hem de 25 ila 40 yaş arasındaki en verimli, en güzel on beş yılın avuçlarımdan kayıp gittiğini düşünmek beni üzüyor. Özlem duymuyorum; nefret asla duymuyorum. Ama kalbim kırık ve kaybettiğim
arkadaşlar, arkadaşlıklar, hatıralar her düşündüğümde yeniden içimi acıtıyor.
Kitaptan öğreniyoruz ki dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Tayyip Erdoğan'ın İlhami Erdil Paşa'yla sohbetinde sizden "Bizim İskender" diye söz etmesi TSK'dan uzaklaştırılmanızda dönüm noktası olmuş. Erdoğan bugün Başbakan, Erdil Paşa ise tutuklandı, rütbesi söküldü? Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Benim askerden ihraç sebebim, elbette Sayın Başbakan'ın iyi niyetle telaffuz ettiği o iki kelime değildir.
Hayır, benim atılmam 28 Şubat öncesinde ülkeye hakim olan
kaos zemini ve benim de o zeminde belirgin gösterge olarak yer almamdır. O söz yalnızca bardağı taşıran damla olmuştur, o kadar. Kaderin cilvesine gelince; Sayın Erdoğan bugün başbakan olmasaydı da bu kitabı elbette yazardım. Sayın Erdil için ne diyeyim, bizim seciyemizde düşmüşe vurulmaz.
Bugünlerde sıkça basına yansıyan TSK içindeki cunta faaliyetleri, darbe planları.. sizi şaşırtıyor mu?
Bu konulara zaman harcama gibi bir eğilimim olmamakla birlikte son günlerde ortaya dökülen bilgilerin benim anılarımla örtüştüğünü görüyor ve keşke yaşanmamış olsaydı diyorum.
Kitabınız bir otobiyografi, ama roman gibi ve çok akıcı yazılmış. Ne diyorsunuz, sizin beklentiniz ne?
Çok okunursa bundan elbette bahtiyarlık duyarım, ama ben çok okunması amacıyla değil, bir meseleye çözüm getirsin diye bu kitabı yazdım. Zaten gelirini de ilgili vakıflara devrettim. Tek maksadım, YAŞ mağduru insanların mağduriyetlerinin artık giderilmesidir.
İlhami Erdil'in hiddetlendiği an
Taksim'de anıta
çelenk koyarken
Kuzey Deniz Saha Komutanı ile Belediye Başkanı (Tayyip Erdoğan) ayaküstü konuşurlarken konu Preveze ve
Barbaros olduğu için söz dönmüş dolaşmış türbeye gelmiş. Aralarında aşağı yukarı şu mealde cümleler sarf edilmiş. İlhami Erdil: "Bizde araştırmacı bir binbaşı var. Barbaros'un vasiyetini bulup getirdi. Orada türbenin aydınlatılmasına dair de bir cümle var. Biz içeriden aydınlatmasını zaten yaptık. Dış aydınlatma için ilgili kurumlarla temas halindeyiz ve sizden de bu konuda
yardım istiyoruz. Vasiyetnamede yalnızca 'aydınlatma' olarak geçiyormuş."
"Barbaros'un vasiyetnamesi ha, çok ilginç. Eski yazı değil mi bu?"
"Evet bizim Arşiv Müdürü bir binbaşımız var, İskender Pala adında, eski yazıyı iyi bilir."
"Ha!.. Siz bizim İskender'den bahsediyorsunuz!.."
"?!.."
Bu "Bizim İskender" sözünden sonra İlhami Erdil Paşa birkaç dakika düşünmüş ve Tayyip Bey'e hissettirmeden
kurmay başkanına dönüp şu talimatı vermiş.
"Nereden onların İskender'i olduğu derhal araştırılsın!"
...
27 Eylül'de Tayyip Bey ile İlhami Paşa arasında geçen konuşma her şeyi değiştirmeye yetmiş gibiydi. Herkesin diken üstünde olduğu, duyarlılıkların had safhalara vardığı bir dönem idi. İlhami Erdil'in atılmam için ne gerekiyorsa yapılması talimatını ekimin başlarında verdiğini düşünüyorum.
Kitaptan satır başları...
"İskender Pala! Neden asker olmak istiyorsun?" diye sormuştu ortadaki güzel yüzlü beyefendi. ...Günün şartları beni asker olmaya, hiç bilmediğim bir mesleğe gözü kapalı girmeye zorlamıştı. İçimden geldiği biçimde anlattım: "Üç sebepten! İlki maddi olanaklarının bolluğu; ikincisi, mesleğimi saygı duyarak yapabileceğim öğrencileri bulmak; üçüncüsü de
silah taşıyıp hayatımı garanti altına almak!"
O yıl ilk defa
mülakat heyetine alınmıştım.(1984).. O yıl Çingene, gayrimüslim,
Alevi ve
Kürt olduğu kanaati uyanan öğrenci adayları mülakatlarda elenirken, daha sonraki yıllarda Alevi olanların yerini küçükken Kur'an kursuna gitmiş olan öğrenciler aldı. Daha sonraki yıllarda bu
eleme işinde o derece uç fikirler üretilir oldu ki gün geldi, "Bir elinde Kur'an var, diğer elinde Atatürk'ün Nutuk'u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?" gibi akla mantığa ziyan sorular ortaya çıkmaya başladı.
Levent semtindeki Deniz Subay Lojmanları'nda iki başörtülü hanım vardı. Birisi benim eşim idi. ... Evimize hiç olmayacak zamanda uzak bir arkadaş konuk gelmişse biliyorduk ki bizi teftiş etmekte ve ertesi gün evimizin duvarlarındaki tablolar, kütüphanemizdeki kitaplar, yerdeki halıların desenleri hakkında birilerine
rapor verilecektir.
Astsubay Okulu'nda eğitim-
öğretim sona erdiği günlerde
deniz okulları sınav soru kitapçıklarının basımı için Karamürsel'e gittik... Bir
akşam vakti matbaada günlük işler bitmiş, ben de duşa girerek
abdest alıp çıkmıştım. ...Yatakhane olarak kullanılan çadıra gidip ranzanın üzerinde oturarak zaten kısa olan akşam namazını kılmaya durdum. Birkaç dakika sonra binbaşılardan birisi üstünü değiştirmeye gelmiş ve ben de duymamışım. Selam verdiğim sırada göz göze geldik. Çok şaşırdı. Nasihatler etti. Ben de ona sırrımı saklaması ricasında bulundum...
Namazda suçüstü(!) yakalanma tecrübesini bir daha yaşamadım; ama benim gittiğim her yere, daima adım benden önce gitti
Levent Camii'ne gittim. O günkü şehit, karacı bir teğmen idi ve pek çok askerî birlikten izdiham derecesinde
katılım olmuştu. Tabii ben yine her zamanki gibi aziz şehidimizin namazı için saf tuttum ve
cenaze namazı kıldım. Meğer ne büyük bir gaf yapmışım(!). Bahçede biriken yüzlerce üniformalı çehrenin bana çevrildiğini gördüğümde anladım bunu. Hepsinin gözünde "Sen bittin!.." ifadesini taşıyan ateşli bakışlar vardı. Müzeye
döner dönmez aynı gün,
mesai bitmeden
komutan elime sarı bir zarf tutuşturdu.
27 Eylül Preveze Deniz Zaferi'ni Anma Günü dolayısıyla Barbaros'un ruhuna bir mevlit okutulmasını
teklif ettim. Tabii benim bu tekliflerim üst makamlara irticaî faaliyet olarak yansıdı.
On beş yıla varan tecrübem bana göstermiştir ki TSK, hiç kimseyi namaz kıldığı yahut eşi başörtülü olduğu için kapı dışarı etmez. Bu konuda iki bakış açısı geliştirir. Eğer namaz kılan subay veya astsubayı başkalarına gösterdiği zaman dudağında bir alaycı gülümseme ile "İşte bakınız, namaz kılan adam böyle olur." diyebiliyorsa o kişiyi ihraç etmez. Ama eğer aynı kişiye baktığı zaman suratında bir hayret ifadesiyle "Akıl alır şey değil, bu adam da namaz kılıyor" dediği an, bilinsin ki onun ihraç kararı yazılmıştır.
28 Şubat'a birkaç gün kalmıştı. Hassas ve yaftalamacı saatleri yaşıyorduk. Bir gün tanıdıklarımdan biri "İskender Bey
telefon rehberinden benim numaramı siler misin?" demez mi, o günü hiç unutamam.
ZAMAN