Hukuki ve insani hiç bir yeri olmyan uyduruk, sözde delillerle milyonlarca insanı terörist ilan etmeye çalışanların aslında kimin terör hareketi içinde olduğunu ve teröristlere yardım ettiğini herkes çok iyi biliyor. Zaman gazetesi genel yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı konuyla ilgili 'Kim terörist?' başlıklı bir yazı kaleme alarak bu konudaki düşüncelerini aktardı.
İşte Dumanlı'nın 'Bir “Tahşiye örgütü” üzerinden koskoca bir camiayı silahlı terör örgütü
olmakla suçlamak ne kadar korkunç bir hızlân, ne utanç verici bir
bühtandır!' dediği o yazısı:
"11 Eylül 2001 sabahı dünya dengeleri yeniden kuruldu. New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan terör saldırısında yüzlerce insan hayatını kaybetti. Ve fatura yeryüzündeki bütün Müslümanlara kesildi.
Paylaş
Artık, İslam ile terör kelimesi sık sık bir araya getirilecek, her müminin alnına terörist yaftası yapıştırılacaktı. Tabii ki bir günde oluşan imajdan bahsetmiyoruz. Uzun bir zamandan beri “silahlı mücadele” adı altında “cihat” yaptığını zanneden bazı radikal gruplar vardı. O azgın toplulukların masum sivillere yönelik saldırıları barış ve emniyet dini olan İslam’a zarar veriyordu. Tehlike büyüktü Müslümanlar için. Ne var ki meselelere geniş bir perspektiften bakamayan, daracık anlayışını İslam’ın kendisi sanan; hatta ayet ve hadisleri doğru anlayamayıp insan öldürmeyi mubah gören gruplar vardı. Oysa terör hem insanlık suçuydu hem de büyük günahtı...
Aynı yılın 12 Eylül’ünde; yani o malum terör saldırısından bir gün sonra Washington Post’ta bir taziye yayımlandı. Bu taziyenin altında Fethullah Gülen’in imzası vardı. Washington Post’ta yer alan tarihî metinde Hocaefendi, bütün dünyaya şöyle sesleniyordu: “Müslüman terörist olamaz; terörist de Müslüman olamaz!”
Ezber bozucu bir beyandı bu ve ne yazık ki İslam dünyası bu çığlığı duymaya hazır değildi. Ortadoğu’nun tanınmış pek çok uleması El-Kaide' class='textetiket' title='El Kaide haberleri'>El Kaide adlı terör örgütü hakkında bir şey diyemiyor; hatta açıktan açığa destek vermekten çekinmiyordu. Cihat sananlar vardı vahşeti. Canlı bomba olup öldürmeyi şahadet sananlar vardı. Oysa bir yönüyle intihardı yapılan, diğer yönüyle cinayetti. Hâlbuki İslam’a göre bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş sayılırdı. İslam dünyasından belki de ilk kez bir İslam âliminin “Müslüman terörist olamaz!” feryadı yükseliyordu. Nerede yapılırsa yapılsın ve hangi ülkeye karşı ifa edilirse edilsin, insanların öldürülmesine karşı çıkıyordu. Kur’an ve sünnetin temel disiplinlerini bilenler için Hocaefendi’nin sözleri derin bir mana taşıyordu; ancak meselelere sathi bir gözle bakanlar bu İslamî duruşu anlayamadı. Hâlâ da anlamış değiller.
ÖZGÜRLÜKÇÜLÜĞÜ PARAVAN HALE GETİRMEK
Konjonktür gereği demokrat görünen birileri belli mevzileri ele geçirdikleri anda özgürlükçü ve reformist kimliği terk etmeye başladı. Önce AB paltosunu çıkarıp atanlar, liberal ceketleri paralayıp yeni fırtınalara savurdu. Tâ baştaki radikal eğilimler nüksettikçe bu ülkede El Nusralar gündeme geldi, El Kaideler konuşulmaya başlandı, IŞİD ile Türkiye devleti arasında bağlantılardan bahsedilir hale geldi. Türkiye’nin göbeğinde IŞİD’e militan toplama büroları kuruldu. Kimilerine göre 3 bin, kimilerine göre 5 bin kişi Türkiye’den götürülüp IŞİD’e katıldı. Memleketimiz “cihatçı radikal gruplar”ın merkezi haline geldi. Suriye krizi bir girdaba dönüştü; Türkiye’yi terör merkezli kara paranın ve silah ticaretinin içine çekti. Ne oldu da Türkiye, demokrasisi ve Müslüman kimliği ile dünyada “model ülke” olarak gösterilirken bir anda radikal grupların yuvası şeklinde algılanmaya başlandı? Sorumluları kimdir bu manzaranın?
Geçen hafta yaşanan feci hadiselere iki farklı duruş açısından bakmak gerekiyor: Bir tarafta Fethullah Gülen Hocaefendi’nin öteden beri terörü lanetleyen dimdik duruşu; diğer tarafta da demokrasi ile radikal eğilimler arasında savrulup duranların bocalayışı. Hocaefendi 2004 yılında Nuriye Akman’a verdiği röportajda “Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanların aydınlık çehresini kirletmiştir.” demişti. Hâlbuki bazı “siyasal İslamcılar”ın bu sözleri duymaya bile tahammülü yoktu. Bugün de tahammüllerinin olduğu söylenemez.
Bir “Tahşiye örgütü” üzerinden koskoca bir camiayı silahlı terör örgütü olmakla suçlamak ne kadar korkunç bir hızlân, ne utanç verici bir bühtandır! Hiçbir hukuki gerekçe ve somut delile dayanmaksızın Fethullah Gülen Hocaefendi’ye ve onu sevenlere “terör örgütü” isnadında bulunanlar ya terör nedir bilmiyor; ya da kendi terör güdülerini ve ilişkilerini gizlemek için tuzaklar kuruyor. Ortada “cebir”, “şiddet”, “silah” gibi unsurlar olmadan barışçı ve demokrat insanlara terör isnadında bulunanlar, tarihi gerçekleri örtbas edemezler, beyazı siyah, siyahı beyaz gösteremezler. Güya Tahşiye diye bir örgüt varmış da, onlar Zaman ve STV yayınlarıyla terörist ilan edilmiş de, sonra polis operasyon yapmış da bazı insanlar mağdur olmuş! Bu yalan zincirinin hangi halkasına dokunsanız elinizde kalır. Hocaefendi’nin 2009’da herkul.org’da yayınlanan sohbetini “kumpas”ın başlangıç tarihi sayanları, eldeki bütün somut olgular yalanlıyor.
“Tahşiye” adlı örgüt 2008’in başında araştırılmaya başlanmış zaten. Emri veren o günkü Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal iken ve şimdi AKP milletvekilliğine devam ederken Cemaat bunun neresinde? Polis şefleri üzerinden yürüttüğünüz algı operasyonuna rağmen MİT raporu bu örgütün yıllar öncesinden takip edildiğini ortaya çıkarmadı mı? Bütün bu fırıldakları çevirenlerin sonunda işi Zaman ve STV’ye dayaması ve oradan saçma sapan çıkarımlarda bulunması acziyetin ifadesi değildir de nedir? Dönemin İstanbul Valisi Muammer Güler (AKP’nin mustafî bakanı) Tahşiye örgütüne yapılan operasyonu basın toplantısıyla kamuoyuna arz ederken Amerika’ya da mesaj veriyordu. “Bak işte El Kaide ile mücadele ediyoruz.” diyordu adeta. Amerikalı yetkililer, bu ucuz numarayı yuttu mu? Sanmam. Ne yazık ki İslam’ı suiistimal eden terör gruplarına karşı gereken mücadele verilmedi; “Radikal İslamî Gruplar” Türkiye’de nüfuz kazandı. Sorumluları kim acaba? Hükümet borazanı bazı meslektaşlarımız Tahşiyeci arkadaşlarını kollamak için “Bunların El Kaide ile ilgisi yok” diyor koro halinde. Ne var ki Tahşiye lideri diye anılan kişi ekrana çıkınca bu örgütü yıllardır araştırıyorum diyen ama tek satır yazısına rastlanmayan bazılarının foyası ortaya çıkıyor. Adam canlı yayında “Üsame bin Ladin’i seviyorum” diyor.
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin de, Zaman’ın da, STV’nin de terör karşısında dimdik duruşu bellidir. Hocaefendi, İstanbul Dedeman Otel’de bir basın toplantısı yapmış ve aynen şöyle demişti: “Demokrasiden geriye dönüş mümkün olmayacaktır.” (29 Haziran 1994)
Hocaefendi böyle derken bugün kendini demokrat göstermeye çalışan bir kısım “İslamcılar”, söylenen o veciz sözü küfür sayıyordu. Tam 20 yıl önce ifade edilen bu demokratik duruşu hâlâ içine sindiremeyenlerin intikam duygularıyla karşı karşıyayız. Dönüp dolaşıp geldikleri kürkçü dükkânı insanın yüreğini burkuyor. Boşuna uğraşmayın; kim onlarca yıldır kendini terörden ayrıştırdı ve ona karşı tavır aldı bu gayet iyi biliniyor; tıpkı bir türlü terör örgütlerine mesafe koyamayanların, onlara insan ve silah yardımında bulunmaktan kaçınmadığı bilindiği gibi. Akıl almaz suçlamaları yargıya dikte ettirmeye kalkanların, masum insanlara iftira etmek yerine aynaya bakma zamanı gelmedi mi?
Kuzey Kore kafası mı?
Şu an dünyanın en kapalı rejimlerinden biri Kuzey Kore’de yaşatılıyor. Ülke dünyadan kopuk. Müthiş bir lider kültü var. O bir baba, o bir hâmi, o bir abi; aslında her şey. Dudaklarından dökülen her laf kadrolu taraftarları için mucizevî bir hakikat. Astığı astık kestiği kestik bir lider olan Kim Yong-un’un hışmından herkes tir tir titriyor. İddialara göre eniştesine kızmış, onu köpeklere yedirtmişti. “Yüce lider” sıfatıyla devlet başkanlığı yapan Kim, hem savcıdır, hem hâkimdir, hem medyadır; kısacası her şeydir. Her konuyu o bilir, her konu ondan sorulur.
Son günlerde bir filmle başı dertte Kim’in. Röportaj (The Interview) adlı komedi filminde iki Amerikalı gazetecinin Kuzey Kore’ye seyahatleri konu ediliyor. Senaryoya göre gazeteler Kuzey Kore’ye gidecek ve lider ile röportaj yapacaklardır. Bu arada devreye Amerikan istihbaratı girer ve Kuzey Kore liderine suikast planı yapılır. Filmin fragmanını izleyenler, meselenin çok komik bir şekilde cereyan ettiğini, medyanın fena bir şekilde ti’ye alındığını; hatta Amerikan istihbaratı ile de alay edildiğini kestirebilir. Onca kara mizahtan Kuzey Kore diktatörü de nasibini alıyordur herhalde.
Kuzey Kore diktatörü senaryoya çok fena bir şekilde içerlemiş olsa gerek ki aylardır Röportaj adlı filmle ilgili gerginlik tırmanıyor. O basınç geçen hafta patlamalara neden oldu adeta. Filmin yapımcı şirketi Sony Pictures, kendilerine ulaşan tehditlerden bahsetti ve pes etti. Mesele sadece tehdit değil, Sony Pictures’a sanal saldırılar başlatıldı ve 44 milyon dolar harcanarak yapılan film vizyona giremez hale geldi. Başkan Obama’nın arkasında durmasına rağmen sinema salonları, Kuzey Kore yönetiminin savaş sebebi saydığı filmi göstermeyi göze alamıyor.
Sinema salonları Sony’ye geri adım attırınca Amerikan sineması ayağa kalktı. Bir senaryonun diktatörlerce bu kadar ciddiye alınmasından çok, sanat dünyasının bu kof kabadayılığa boyun eğmesi tartışılıyor. Tıpkı bizde olduğu gibi Kuzey Kore’de de senaryodan senaryo üretiliyor ve kurgusal olan gerçek sanılarak kriz üstüne kriz çıkarılıyor.
Senaryodan dolayı çok değerli arkadaşım Hidayet Karaca’yı tutuklayanların içine düştüğü acınası hal, ülkenin Kuzey Kore’ye doğru savrulmasının en bariz emaresi değildir de nedir? İnanıyorum ki bir gün senaryodan örgüt çıkarmaya çalışanlar ve insanları tutuklatanlar tarih huzurunda rezil olacak. Bugün herkesi aşağılayan ve senaryodan bile korkanlar, bir gün gerçekten komik duruma düşecek. Hiç şüpheniz olmasın…"