“Dönmeye değil, ölmeye geldik” dediniz. Kiminiz talebesini boğulmaktan kurtarırken can verdi, kiminiz hizmet yolunda bir trafik kazasında şehit düştü. Bedenlerinizi bir imza gibi bıraktınız o topraklara." diyerek yazısında gönül erlerinin Nam-ı celîl-i Muhammedî’yi güneşin doğup battığı her yere götürme idealini anlatan Süleyman Sargın, "Üzülme sen delikanlı" diye seslendi.
İŞTE SÜLEYMAN SARGIN'IN "ÜZÜLME SEN DELİKANLI" BAŞLIKLI O KÖŞE YAZISI:
Hatırlar mısın delikanlı, lise yıllarında bir hayalin vardı. Mühendis olacak ve yüksek maaşla hayatını mutlu, mesut sürdürecektin. En iyi üniversitelerden birini hedefliyordun. Bunun için iyi bir dershaneye gitmek gerektiğini düşündün. Dershanedeki matematik öğretmeni Rıza hocayı çok sevmiştin. O da seni kardeş kabul etmiş ve sahip çıkmıştı. Gün geçtikçe iyi bir mühendis olmak yerine iyi bir öğretmen olmak fikri gelişti iç dünyanda. Evet evet, öğretmen olmalı ve Rıza hoca gibi gönüllere girmeliydin.
Sınav tarihi yaklaştıkça Rıza hocayla aranızdaki bağ daha da kuvvetlenmişti. Onun sene sonunda yurtdışında bir okula öğretmen olarak gideceğini duyduğunda ise çok üzülmüştün. Neden gidiyordu ki Rıza hoca, adını sanını bilmediği bir ülkeye? Burada kalsa, öğretmenliğe aynı şekilde devam etse olmaz mıydı? Bir daha nasıl görüşecektin kendisiyle? Bu sorular içini kemirip durdu günler boyu. Sonunda açıldın hocana ve tek tek sıraladın biriktirdiğin bütün soruları. Hocan tebessüm etmişti her zamanki içtenliğiyle. Ve sana uzun cevaplar vermek yerine, elinden tutup odasına götürdü. Bilgisayarından bir sohbet dinletti sana. İlk defa duyuyordun bu sesi. İçine işliyordu anlattıkları…
Kalbi yerinden çıkacak gibi ağlıyordu ekrandaki adam, kelimeler ağzından inci gibi dökülürken. “Nam-ı celîl-i Muhammedî’yi güneşin doğup battığı her yere götürme idealini” anlatıyordu. Allah’ım, o ne samimiyetti öyle! Efendimiz’in adının dünyada yeteri kadar duyurulmamış olmasından duyduğu keder ve ıstırap yüzüne vurmuş, kelimeler o ıstırabı dillendirmede neredeyse çaresiz kalmıştı. Bitirirken “Ne olur Allah aşkına, bu beste yarım kalmasın. Bu şiiri tamamlayın, kafiyesi eksik kalmasın!” diyordu. Senin de içine bir kor düşmüştü. Göz pınarlarından sicim gibi boşalan yaşları silerken, nasıl bir ruh haletine büründüğünün farkında bile değildin. Rıza hocana döndün ve “Gidin hocam, ne olur gidin oralara... Taşıyın Efendimiz’in adını, milletimizin bayrağını dünyanın her tarafına!” dedin ve sarıldın boynuna. Sen de gidecektin… O anda kararını vermiştin… Yangına koşan bir tulumbacı misali, hırz-ı can edip durmadan yürüyecektin.
Matematik öğretmenliğini tercih ettin. Oysa puanların daha iyi bölümlere yetiyordu. Ama senin bir idealin vardı. Gönüller fethedecektin... Allah’ın adını, Resûlü’nün nâmını, milletinin değerlerini taşıyacaktın dünyanın en uzak köşelerine. Hiç bitmeyecek sandın üniversite yılları. Dört yılı şafak sayar gibi saydın. İple çektin mezuniyeti. Yaz tatillerinde olimpiyatlar vesilesiyle memlekete gelen Rıza hocanın yaşadıkları ve anlattıkları bu arzunu daha da pekiştirdi. “İki odalı bir evde yaşıyoruz” demişti Rıza hoca. Yer minderlerinden oluşan bir eşya grubu varmış evlerinde. Gece minderleri birleştirdiklerinde yatak oluyor, gündüzleri de tek tek ayırdıklarında oturma grubuna (!) dönüşüyordu. Ama mutluydu Rıza hoca. “Patatesin kırk çeşit yemeğini yapıyoruz” derken sitem etmiyor, gülüyordu. Bir defasında beş yaşındaki oğluyla gelmişlerdi yanına. Oyalansın diye içinde çok resim bulunan “Tarihçe-i Hayat”ı vermiştin küçük Burak’ın eline. Burak, resimlerde gördüğü zatı babasına gösterirken “Aaa baba bak, bu amca her gün bizim okula geliyor!” demişti ve sen bir daha heyecanla ürpermiştin. Mutlaka gitmeliydin sen de; hem de hiç vakit kaybetmeden!
Ve gittin delikanlı! Sen de gittin. Uçağa bindiğinde gideceğin şehrin sadece adını biliyordun. İzmirli bir esnaf oturmuştu yanına. Sana nereye gittiğini sorduğunda, elindeki kâğıttan okuyarak söylemiştin gideceğin şehrin adını. O ülkenin haritasını çantasından çıkarmıştı, o yeni tanıştığın gönül dostun. Baktınız ve haritada göremediniz gideceğin şehri. Endişelenmiştin biraz ama tevekkülün ötesinde bir teslimiyetin vardı. Havaalanına indiğinizde etrafa sordunuz ve trenle daha sekiz saat yolunuz olduğunu öğrendiniz. “Ama oralar çok soğuktur” demişlerdi size yolu tarif edenler. Hiç tanımadığın o gönül dostun, oralarda üşümeyesin diye sana birkaç palto, kaşkol, eldiven, bere almıştı. Trene binip tek başına o memlekete giderken, sana bu güzellikleri lütfedene hamdediyor, “Değildir bana layık bu bende; Bana bu lutfile ihsan nedendir!” diyordun.
Toplam sekiz öğretmenle bir destan yazdınız o şehirde. Seni ve senin gibi milyonlarca fidanı gözyaşlarıyla besleyip büyüten gönül insanının ifadesiyle “buza yazı yazıyor gibi” yazdınız sayfalara sığmayan hikâyelerinizi. O insanların teveccühleri, samimiyetleri bir güç kaynağı oldu size. Dönmeyi hiç düşünmediniz. Oraları kendi memleketiniz bildiniz. Zaman zaman Türkiye’den ve başka ülkelerden sizi ziyarete gelen insanların “ne kadar kalacaksınız burada, dönmeyi düşünmüyor musunuz” şeklindeki sorularına hep içten tebessümlerle cevap verdiniz. “Dönmeye değil, ölmeye geldik” dediniz. Kiminiz talebesini boğulmaktan kurtarırken can verdi, kiminiz hizmet yolunda bir trafik kazasında şehit düştü. Bedenlerinizi bir imza gibi bıraktınız o topraklara. Ülke ülke gezdiniz. İnsanlık adına, mürüvvet adına, değerlerimizi bayrak bayrak dalgalandırmak adına, güneşin doğup battığı her yerde olmak istediniz.
Ah be delikanlı! Şimdi neler hissediyorsun kim bilir? Okullarını kapatmak istiyorlar. Yaptığın hizmetleri bitirmek, dalgalandırdığın bayrağı indirmek istiyorlar. “Allah’ı anlatma, Resûlullah’ı tanıtma, bayrağımızı dalgalandırma!” diye bademcikleri görününceye kadar bağırıyorlar… Hem de sana binbir iftirayı atarak yapıyorlar bunu. Bir mü’mine yakışmayan her türlü hakareti sıralıyorlar hiç sıkılmadan! Senin üç dört minderli odana “in” diyorlar delikanlı! Oraya girmekle tehdit ediyorlar seni! Çekik gözlü, sarı, siyah, beyaz tenli çocuklara insanlığı, mürüvveti öğrettiğiniz ocaklara “terör yuvası” yaftası yapıştırıyorlar. Daha dün sizi tebrik etmek için birbirleriyle yarışanlar, bugün aynı yarışı size hakaret etmek için sürdürüyorlar.
Bir kısmı hakarette, iftirada sınır tanımazken, birileri de susarak söylenenleri ikrar ediyorlar. Üç beş yürekli ve vefalı insanın dışında herkes lâl kesilmiş adeta. İyi günlerde sizle aynı fotoğrafa girmek için yarışanlar, şimdilerde gerilerin en gerisine saklanmışlar. “Siyasi ömrümü elliyle çarpın, yurtdışındaki bir öğretmenin bir senesine tekabül etmez!” diye coşkulu nutuklar atanlar, şimdilerde “Konuşturmayın beni!” diyerek tehditler savuruyorlar. Tertip komitelerinde vazife alacak kadar işin içinde olanların bir kısmı bile konuşamaz hale gelmiş. Belki bazıları içten içe avuçlarını ovuşturuyorlar, kim bilir! Din diyanet adına her türlü hassasiyete sahip olduğunu söyleyenlerden hiç ses yok! Dalgalanan bayrak mı rahatsız etti onları, temsil ettiğiniz değerler mi, onu bilemiyorum. Ama akılla, vicdanla, insafla, iz’anla izahı mümkün olmayan garip bir dönemden geçiyoruz.
Biliyorum delikanlı! Şimdilerde “Vefa umarken candan, kaldık yaya dermandan” dizelerini mırıldanıyorsundur sıklıkla… Hayatında ilk defa duyduğun yakası açılmamış hakaretleri dinlerken, Asr-ı Saadet’le teselli oluyorsun belki de… Necaşî aklına geliyordur zannımca… “Allah var, gam yok…” diyerek teskin ediyorsunuzdur birbirinizi arkadaşlarınızla… Haklısınız, “Allah var, gam yok…” Dualar yağıyor size dünyanın her yerinden… En kuvvetli manevi zırhlar gönderiliyor sizin adınıza semalara her gece… Hacetler kılınıyor peşi peşine… Gözyaşlarından ırmaklar oluşuyor, belki çorak sinelerde bir yeşermeye vesile olur ümidiyle…
Üzülme sen delikanlı! Adını, nam-ı celilini duyurmak için orada bulunduğun Kudreti Sonsuz, seni koruyacaktır…